Öne Çıkan Yayın

İslami olarak Ölümden Sonra Yaşam ve Ruh Hususu

Selam, Aslında şu an hiç kimse beni okumuyor biliyorum ama, Allah nezdinde "çabalamış" sıfatı kazanmak için bu yazıyı yazacağı...

19 Ekim 2017 Perşembe

Kur'ân Kıssaları

VAHYİN İLK MUHATAPLARI KUR’ÂN KISSALARINI DAHA ÖNCEDEN BİLİYOR MUYDU?
Bazı müfessirlere göre hacim itibariyle Kur’ân’ın üçte birini, hatta bazılarına göre üçte ikisini teşkil eden kıssalar vahyin ilk muhatapları tarafından biliniyor muydu? Cevap kısaca “Evet”tir. “Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn” dışında Kur’ân kıssalarının tamamı câhiliye Arapları tarafından biliniyordu.[1] Taberî’nin verdiği malumata göre bu iki kıssa da Peygambere Nadr b. Hâris ve Ukbe b. Ebî Muayt gibi iki zındık tarafından sorulan bir soru üzerine nazil olmuştur. (Özetle) şöyle ki; Hz. Peygamberin daveti Mekke dışına yayılmaya başlayınca bu iki zındık Yahudi ahbardan Peygamber aleyhine fetva almak için Medine’ye gittiler. Onlara Hz. Muhammed’i anlattılar. Siz Ehl-i Kitapsınız, Muhammed’in durumu nedir? diye sordular. Onlar da Muhammed’e “Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn ve ruh” hakkında soru sorun, eğer bunları bilirse o bir peygamberdir, bilemezse yalancının tekidir dediler.[2] Bu durumda bu iki kıssa da yine vahyin diğer muhatapları olan Medine Yahudileri tarafından biliniyor demektir.
Kur’ân, mesajını iletirken ilk muhatapların bildiği kıssaları tercih etmiştir. Zira Araplara hiç duymadıkları kıssaları anlatmak, onlara hiç bilmedikleri bir dille seslenmek gibidir. Zaten kıssaların amacı tarihi malumat vermek değildir. Kıssaların öncelikli amacı Peygamber’i ve müminleri teselli etmek, inkâr edenleri uyarmak ve insanların geçmişten ibret almalarını sağlamaktır. Kur’ân, ilahî mesajı muhataplara ulaştırmak için tarihi olayları bir araç olarak kullanmıştır. Bu yüzden tarihi malumatı şahıs, zaman ve mekân unsurlarından mümkün olduğunca arındırmıştır. Kur’ân’ın anlattığı kıssayı muhatapları bildikleri için “Bunlar eskilerin masallarıdır” [68/15] diyorlardı. Kur’ân onların tamamını bildiği bu kıssalardan belli kesitler “fragmanlar” almıştır. Mesajın, kıssalardan yapılan küçük alıntılar, fragmanlar halinde verilmesi, kıssaların tamamının ilk muhataplar tarafından bilindiğinin de kanıtıdır. Zira bilinmeyen bir olayın herhangi bir kesiti üzerinden mesaj vermek, etkili olmaktan ziyade insanların zihninde kıssaların detayı ile ilgili soru işaretlerine yol açar.[3]
Her ne kadar (Resûlüm!) İşte bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin.” [11/49] gibi diğer ayetlere [28/44, 45, 46; 29/48] dayanarak kıssaların Peygamber ve o dönemdeki Araplar tarafından bilinmediği iddia edilse de, Nuh ve tufan kıssasını Ortadoğu halkları arasında bilmeyen yoktur. Nitekim Hâzin şöyle der; Nuh kıssası o kadar meşhurdur ki, onu dünyada bilmeyen yoktur, nasıl olur da Allah; “Sen ve kavmin bunu daha önceden bilmiyordun” der? dersen, ben de; “muhtemelen onlar kıssayı ana hatlarıyla biliyorlardı, Kur’ân ise onu ayrıntılı olarak açıklamıştır” derim.[4] Nitekim Kur’ân’da Nuh peygamberin kavmine ait olduğu ifade edilen Vedd, Süvâ’, Yeğûs, Yeûk ve Nesr putlarının hangi Arap kabilelerinin putu olduğuna dair tefsir ve hadis kitaplarındaki ayrıntılı malumat müşriklerin Nuh peygamber hakkında bilgi sahibi olduğunu gösterir.[5] Kıssaların nüzul sürecinde ve öncesinde bilinmediğini savunanların en güçlü referansı yukarıdaki [11/49] ayettir. Oysa Ehl-i Kitabın Nuh kıssasını bilmemesi söz konusu bile edilemez. Çünkü bugün elimizdeki Tevrat’ta Nuh kıssası hakkında geminin eni-boyu, tufanın ne kadar sürdüğü gibi Kur’ân’ın temas etmediği ayrıntılar mevcuttur. Sonuç itibariyle Kur’ân kıssaları müşrik Araplar ve ehli kitaptan müteşekkil ilk muhataplar tarafından bilinmekteydi. [6] 
Kur’ân’ın ilk başta Mekke’de anlattığı “Ehlu’l-Kurâ” kıssaları Arap topraklarında yaşamış toplumlarla ilgili kıssalar olup, bunlar Tevrat ve İncil’de yer almaz. Bu kıssalar diğer kıssalara göre Arap toplumunun tarihsel ve güncel şuuruna, bilincine daha yakındır.[7] “Âd ve Semûd halklarını imha ettik. Siz ey (Mekke’liler) bunu, kalan ev harabelerinden anlıyorsunuzdur.” [29/38] ayeti ilk muhatapların söz konusu yurtları bildiklerini gösterir. Tefsirlerde Mekkelilerin yolculukları esnasında bu bölgeden geçtiklerine ve buradaki harabeleri gördüklerine dair bilgiler de bunu destekler.[8] Cevad Ali’ye göre; Araplar Âd kavminin en eski millet olduğunu düşünür, onlar hakkında darb-ı meseller anlatır hatta birtakım efsaneler uydururlardı.[9] Kur’ân’da Hud peygambere ve kavmine bu kadar çok yer verilmesi Mekkeli müşrikler tarafından onların çok iyi bilinmesinden kaynaklanır. Cevâd Ali’nin ifadesine göre günümüzde bile uzak yerlerden insanlar Şaban ayının 11. günü Âd kavminin yaşadığı yerde bulunan “Kabru Hûd/Hûd Türbesi” olarak bilinen mekânı ziyaret etmek için gelirler. Bu bölgede yok olmuş şehirlerin kalıntılarını görmek mümkündür.[10] 
Buna ilaveten hanif şair Ümeyye b. Ebî Salt’ın şiirlerinde Âdem’den, Nuh’tan, İbrahim’den, Zülkarneyn’den, Lokmân’dan, Lût’tan ve Firavun’dan bahsedilmektedir. Yine Câhiliye döneminde Abdülhakem b. Amr el-Cumâhin adında bir şahsın evinde, içinde çeşitli kıssaların yazılı olduğu bir kitaptan akşam sohbetlerinde insanlara hikâyeler okunduğundan bahsedilmekte.[11] Câhiliye Arapları melekût âlemi, Mele-i A’lâ, ve Hamele-i Arş gibi lafızları biliyorlardı. Ümeyye b. Ebi’s-Salt’tın hamele-i arş’tan söz eden şiirini Peygamber duyunca bundan memnun olmuş ve onu tasdik etmişti.[12] Aişe annemizden nakledilen bir rivayette, Peygamber bir sefer dönüşü Aişe’nin oyuncak bez bebeklerini görmüştü. Bu bebeklerin arasında bulunan kanatlı bir at kendisinin dikkatini çekmiş ve bundan dolayı Aişe’ye latife yapmıştı. Bunun üzerine Aişe de Süleyman’ın atı ile istişhâdda bulunmuştu. [Sünen-i Ebî Dâvud, Edeb, (4932)] Bu rivayet göstermektedir ki, kıssalar hakkında nüzul sürecinde Kur’ân’da anlatılan bilgilerden daha fazlası biliniyordu. 
Müfessirlerin kıssaların ayrıntıları hakkında nakledilen rivayetlere /isrâiliyata ilgi duymalarının nedeni de burada yatar. Çünkü fotoğrafın eksik karelerinin tamamlanması için kıssalar hakkında ilk muhatapların bildiği ayrıntılara, kıssanın tamamına ihtiyaç duymuşlardır.[13] Kur’ân Yunus kıssasını mücmel bir surette anlatır. Çünkü vahyin muhatapları nasıl olsa kıssanın tamamını Ehl-i Kitap vasıtasıyla biliyorlardı. Tevrat’ta mufassal olarak anlatılan bu kıssaya Kur’ân ana hatlarıyla [37/139-148; 21/87-8] değinmiştir. Muhatapları kıssanın tamamını bildiği için “Sahib-i Hût (balina sahibi)” [68/48] veya “Zü’n-nûn /büyük balık sahibi” [21/87] şeklinde kıssaya gönderme yapmakla yetinilmiştir. Kıssanın tamamını bilen başta Peygambere “Sen Rabbinin hükmüne sabret, sahib-i Hut (balık sahi­bi ) gibi olma.” [68/48] ve sonra vahyin ilk muhataplarına “Biz inananları işte böyle Yunus gibi kurtarırız” [21/88] denilmektedir. Peygambere ve sahabeye yılmamaları tavsiye edilmekte, görevden kaçan Yunus’un akıbeti hatırlatılmaktadır. Kur’ân; tarihi malumat yerine muhataplarının bildikleri kıssadan almaları gereken mesaja odaklanmaktadır. Kıssanın [Tevrat, Yunus, 1.Bâb ve Matta, 12:40] da anlatımı ana hatlarıyla Kur’ân’daki gibi mucizevî şekildedir. Kur’ân bu kıssayı Ehl-i Kitab’ın bildiği şekilde aktararak da, kendisinin aynı ilahî kaynaktan geldiğini gösterir. Ne var ki artık hissî mucizeler çağdaş dünyada dini kabul vesilesi olmaktan ziyade reddetme gerekçesi olmuştur.
Her ne kadar israiliyyât denilince çoğumuzun aklına İsrailoğullarının kitabî veya şifahî kültürü ve hurafeleri gelse de, İsrâiliyyât; ortaçağdaki mitik Arap aklının Tanrı’yı, tarihi, dünyayı, eşyayı algılama tarzıdır. Ahmet Yaşar Ocak ise, isrâiliyyât yerine “İslam Mitolojisi” kavramını tercih eder. Zira isrâiliyyâtın kaynakları Ehl-i Kitabın kabul ettiği kanonik ve apokrif kitaplar ile Ortadoğu’da yaşayan kadim milletlere ait mitolojilerdir. Tefsirlerdeki isrâiliyyâta bakıldığında bunların Yahudi, Hıristiyan kültürünün yanında Arapların atalarından Hicaz bölgesinin en eski sakinleri olan Îrem, Âd, Semûd ve Sebe kavmi, Ashâbu’r-Ress gibi topluluklara dair naklettikleri kendi kültürel birikimleri olduğu görülür. Tüm isrâiliyyâtın Ehl-i Kitap’tan geçmediğini, Arapların toplumsal hafızalarında bunların zaten var olduğunu ilk söyleyenlerden biri de İzzet Derveze’dir. Derveze, Hz. İbrahim’le ilgili anlatımların kuşaktan kuşağa nakledilerek Araplar arasında yaygın olarak bilindiğini ve bu kıssalarla ilgili anlatımların Yahudilerden alıntılanmasına gerek olmadığını söyler.[14] Câbirî bunlara ilaveten şunları söyler; Kur’ân önce, Bâide Arapları (Âd, Semûd, Tasm, Cüdeys vd.) denilen kavimlerin peygamber kıssalarını anlatarak başlar. Zira vahyin ilk muhatapları Araplar bu kavimlerin yaşadıkları olayları ve başlarına gelen şeyleri biliyorlardı, onların kalıntılarını görüp hikâyelerini dinleyerek büyümüşlerdi. Bu kıssalar Arapların adeta geleneklerinin bir parçasıydı.[15] Zaten müşriklerin Kur’ân’ı “esâtîru’l-evvelîn” olarak nitelemeleri onların bu kıssaları daha önceden bildiklerinin delilidir. Yahudilerin, Âd, Semûd, Hûd ve Sâlih hakkında Tevrat’ta herhangi bir bahsin olmadığını söylediklerini nakleden Taberî, söz konusu bu kavimlerin Araplar nezdinde İbrahim ve kavmi kadar bilindiğini de ilave eder.[16] Kur’ân’da bahsedilen Lokman’ın hikmetleri ve meselleri Araplar arasında gayet iyi biliniyordu.[17] Hatta bazı rivayetlerde bu hikmetlerin “Mecelletü Lokman” denilen bir takım sahifelerde yazılı olduğu, Süveyd b. Samit’in bunlara sahip olduğu, Vehb b. Münebbih (v.114)’in de o sahifelerden yaklaşık yirmi bin bab okuduğu zikredilir.[18] Lokman’ın nesebini, ataları kabul ettikleri Âd kavmine kadar götürenler vardır. Âd kavminin atası kabul edilen İrem halkı hakkında çeşitli anlatıların, hikâye, hurafe ve mitolojilerin Araplar arasında nesilden nesile aktarıldığı söylenebilir.[19] Yine câhiliye devrinin birçok hukemâ /bilgesinden bahsedilir. Bunlardan biri de Lokman’dır. Kavmi tarafından el-kâmil (kusursuz adam) diye nitelenen ünlü bedevî bilgesi Süveyd b. Sâmit, hicretten üç yıl önce hac için Mekke’ye geldiğinde Peygamber onunla görüşmüş ve onu İslam’a davet etmiştir. Bunun üzerine Süveyd, Peygambere elinde Lokman Hekim’in hikmetini özetleyen “Mecelletü Lokmân” olduğundan bahsetmiş ve onun da Kur’ân gibi çok güzel ve etkili olduğunu söylemiş ve ondan pasajlar okumaya başlamıştır. Peygamber de Lokman’a atfedilen sözleri güzel bulduğunu, fakat Kur’ân’ın bunlardan daha güzel olduğunu belirtmiştir.[20] 
Hadislere yüzeysel olarak bile bakılsa, Peygamberimizin yüzlerce kıssa anlattığı görülebilir. Buradan anlıyoruz ki, Peygamber geçmiş kavimler ve peygamberlerle ilgili kıssaları ve dilden dile aktarılan haberlerin çoğunu bilmektedir. O, gerek Tevrat ve İncil’de yer alan, gerekse halk arasında anlatılan kıssalardan da haberdardı. [21] 
Câhiliye devrinde Arap halk edebiyatının büyük bir bölümü, çoğu komşu milletlerin mitolojilerinden kaynaklanan yıldız hikâyeleri, cin ve dev masalları vs. den oluşur. Hemedânî, Araplar’ın Süleyman ve Belkıs efsanesini, cin masallarını, Hint, Roma ve Yunan hikâyelerini bildiklerini ortaya koymuştur.[22] Tamamen şifahî olarak nakledilen bu Arap hikâyelerinden bazıları Kur’ân’da örnek kıssalar/meseller olarak yer almıştır. Hikâyeler ise, genellikle hayalî şeyleri ve çarpıcı maceraları konu edinir; kimi zaman da vuku bulması mümkün olan veya gerçekten vuku bulan hadiseleri içerir. Binbir gece masallarında olduğu gibi, acayiplikler ve olağanüstülüklere dayalı olarak gerçeklikten bağımsız niteliktedir. [23]
Kur’ân Ashab-ı Kehf ve Bilge Kul (Hızır?) - Musa kıssası gibi o tarihlerde Ortadoğu’da yaygın olarak bilinen kıssalara atıfta bulunmuştur. Soruyu Yahudiler sor (dur)duğundan [18/83] bu kıssaların Yahudi geleneği ile bağlantılı olduğu, Zülkarneyn’in II. Kiros veya I. Darius, Ashâb-ı Kehf’in Essenîler cemaatine mensup bir grup genç, İslam kültüründe Hızır diye bilinen figürün de Yahudi efsanesindeki İlya olduğu yönünde güçlü kanıtlara ulaşılır. Bununla birlikte, bu kıssaların senkretik bir yapıya sahip olduğu, yani farklı kültürlere ait unsurlardan müteşekkil bir muhteva taşıdığı da kuşkusuzdur. Öyle ki Bilge Kul-Musa kıssası temelde Yahudi efsanesine dayanmakla birlikte, birçok yönden İskender efsanesi ve Gılgamış destanıyla da benzerlikler taşır. Aynı şekilde Ashâb-ı Kehf kıssası ile Hıristiyan gelenekteki Efes’in Yedi Uyurları efsanesi arasında da önemli benzerlikler mevcuttur. Yine Musa’nın sepet içinde Nil’e bırakılması ve ölümden kurtuluşu kıssasının bir benzeri diğer milletlerin milli kahramanlarının da bu şekilde mucizevi bir yöntemle kurtulduğuna dair onlarca mitolojik öyküsü vardır. [24] 
Şayet Kur’ân’daki kıssalar Tevrat ve İncil’deki kıssalara uygun düşmeseydi, müşrikler bunu eleştiri malzemesi olarak kullanacak ve “sen bunları aslına uygun anlatmıyorsun” diyeceklerdi. Peygamberin açığını bulmaya çok istekli olan müşriklerden hiç biri Kur’ân kıssaları ile ilgili tenkitte bulunmamıştır.[25] Kur’ân’ın Tevrat’ı tasdik ettiğini bildiren Mekkî ayetlerin birinci önceliği Peygamber’in gerçek peygamber, Kur’ân’ın da ilahî vahiy olduğu konusunda müşrikleri ikna etmektir. [26] Yahudi geleneğinde “Tevrat/Torah” kelimesi Musa’ya verilen kitabın adı olduğu gibi “Tanah (Eski Ahit), Talmud ve rabbinik (din adamlarının yazdığı) metinler” için de kullanılır. [27] Hiçbir ayette Musa’ya verilen kitabın Tevrat olduğuna dair doğrudan ya da dolaylı bir ifade yoktur. Torah terimi, Yahudilikte dinsel öğretileri ihtiva eden külliyata verilen genel bir isimdir ki, “Yazılı ve Sözlü Torah” ı da kapsar. Yazılı Torah, tanrıdan alınan vahiylerden oluştuğuna inanılan Eski Ahit için kullanılan genel bir ifadedir; Sözlü Torah ise Eski Ahit üzerine yapılan yorum ve açıklamalarla, Rabbilerin yüzyıllardır süregelen bir gelenek içinde kulaktan kulağa aktarılan dinsel öğretiler ve hukuka ait görüşleri, yorumların ve fetvalarının derlenmesinden oluşan literatürü içerir. Talmud, Sözlü Torah’ı ihtiva eden en önemli metin olarak kabul edilir.[28] Nitekim “لِمَا مَعَكُمْ /yanınızda olanı” tasdik eden Kur’ân’a iman edin! [2/41] ayetinde olduğu gibi Tevrat ile Yahudilerin tüm kitapları kastedilmiş olmalıdır. Müminler de O’nun tüm elçilerine ve de kitaplarına iman etmiştir. [2/285]
Kur’ân’ın kendinden önceki kitapları tasdik edici (musaddık) olduğunu bildiren beyanlarının da şahitlik ettiği üzere Tanah ve Kur’ân kıssalarının temelde aynı dil ve üslup özelliğine sahip olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Bundan dolayıdır ki ilk Müslümanlar ve onları takip eden kuşaklar, Kur’ân kıssalarını İsrailiyat malzemesine yoğun atıflarda bulunarak izah etmişlerdir. [29] Kur’ân’ın kendinden önceki vahiy geleneği ile bağ kurmak için en çok atıfta bulunduğu Peygamber hiç kuşkusuz Musa’dır. Bu aynı zamanda İsrailoğullarının kabullerine uygun bir din anlatımını da beraberinde getirmiştir. [30] Gerek Kur’ân’ın gerekse onun tefsiri mahiyetindeki rivayet malzemesi temelde aynı akla hitap etmektedir. Daha açıkçası, Arap aklına uygunluk bakımından Kur’ân’ın kıssa dili ile İsrailiyat dili arasında benzerlik vardır. Bu yüzden sahabe ve tabiûn uleması Âdem ve cennetten düşüş kıssasını İsrâiliyat ile tefsir ederken, “Âdem’in boyu o kadar uzundu ki başı gökyüzüne değiyordu” demekte bir sakınca görmemiştir.[31] Talmud’a göre de Allah Âdem’in başına elini koymuş, ufalıncaya kadar bastırmıştır.[32]
Velhasıl; vahyin iniş sürecinde Arapların, Yahudilerin ve Hıristiyanların tarihsel ve kültürel hafızalarında az çok karşılığı bulunmayan bir kıssa Kur’ân’da yer almamaktadır. [33] Kurân’da geçen haberlerin Kur’ân’dan önce meçhul olduğunu kim iddia edebilir? Kim Kur’ân kıssalarının bir kısmının Yahudiler, bir kısmının Hıristiyanlar, bir kısmının da Araplar tarafından bilinmekte olduğunu inkâr edebilir?[34] 
Bugün artık Kur’ân kıssalarının Kur’ân’ın ilk muhatapları arasında bilindiği genel bir kabul görmüştür. Kur’ân mesajını muhataplarına iletmek için onların bildiği, aşina olduğu kıssaları seçmiş ve bu kıssalar üzerinden onlara mesajını iletmiştir. Şimdi kapıda daha ciddi bir soru belirmektedir; o da şudur; Müşriklerin bildiği bu kıssalar tarihte birebir yaşanmış mıdır?
[1] Câbirî, Fehmü’l-Kur’an, c.1, s.129
[2] Taberî, Câmiu’l-beyân., c.17. s.592-3., Câbirî, Fehmü’l-Kur’an, c.2, s.251-2
[3] Halil Aldemir, Vahiy Öncesi Kur’ân Kıssalarının Bilinebilirliği, Dinbilimleri Akademik Araştırma Der., c. 11, Sayı: 1, (2011) s. 195-218.
[4] Hâzin, (v. 741), Lübâbu’t-te'vîl ve maâni’t-tenzîl, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, I.Bas, Beyrut/1995, c.2, s.488. 
[5] Buhârî, Tefsîr, (4920)]; Taberî, Câmiu’l-beyân, c.23, s.639-40.
[6] Halil Aldemir, ag.der., s. 195-218.
[7] Câbirî, Fehmü’l-Kur’an, c.1, s.129
[8] Zemahşerî, Keşşâf, c.3, s.454; 
[9] Cevâd Ali, el-Mufassal, c. I, s. 30.
[10] Cevâd Ali, el-Mufassal, I, 312.
[11] İsfehânî, Kitâbu’l-eğânî, Daru’l-kütübi’l-Mısrî, Kahire/1950, c. 4, s. 253. Nak; Enes Büyük, ag. der, s.97. 
[12] Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa, c.1, s.462.
[13] Halil Aldemir, ag.der., s. 195-218.
[14] Derveze, Tefsîru’l-hadîs, c.1. s. 170. 
[15] Bkz. Câbirî, Kur’ân’a Giriş, s. 182-183, 296, 485. 
[16] Taberî, Tarihu’r-rusul ve’l-mulûk, c I, s. 232.
[17] Cevâd Ali, Mufassal, c. I, s.315-6.
[18] Cevâd Ali, Mufassal, c. I, 318.
[19] Enes Büyük, ag.der, s.102-4.
[20] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-nebeviyye.., c.2., s.53. Taberî, Tarih-u Taberî, c.2. s.352. 
[21] Mustafa Öztürk, Kur’ân Kıssalarının Mahiyeti, s.94.
[22] Hüseyin Yazıcı, Hikâye md. DİA. c.17. s.479-80.
[23] Mustafa Öztürk, Kur’ân Kıssalarının Mahiyeti, s.60.
[24] Mustafa Öztürk, Kur’an Kıssaları, Tarihî Gerçeklik ve “Bi’l-Hak” Meselesi I-II, http://mustafaozturkarsivi.blogspot.com.tr/2015/12 
[25] Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu’l-gayb, c.17., s.252.
[26] Mustafa Öztürk, Kur’ân Kıssalarının Mahiyeti, s.85.
[27] Mustafa Öztürk, age., s.81.
[28] Şinasi Gündüz, Kur'an Kıssalarının Kaynağı Eski Ahit Mi? ag.der. s.50-88.
[29] M. Öztürk, age., s.139.
[30] M. Öztürk, age., s.382.
[31] M. Öztürk, age., s.139.
[32] Zaferü’l-İslam Han, age. s.75.
[33] M. Öztürk, age., s.114.
[34] Tâhâ Hüseyin, age. s.94.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder