Hristiyanların kutsal kitabı olan Ahd-i Cedit’in bölümlerinin İsa’nın bu kitabın yazarlarına yaptığı
ilhamlar sonucu yazıldığına inanılır. Hristiyanlığın Katolik mezhebi, vahiy geleneğinin kilise
kurumunda hâlâ devam ettiğini ileri sürer.
İslam anlayışına göre vahiy, peygamberlerin insanlara iletmek üzere Allah’tan aldığı bilgilere
denir. Peygamberler Allah’tan bu bilgiyi değişik yollarla alırlar. Bu konu Kur’an’da şöyle geçmektedir:
“ Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla, yahut perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi
gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz o yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
Kur’an-ı Kerim, Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar gelen vahye ve peygamberlere dayanan
dinî geleneğe İslam adını vermektedir. İslam’a göre insanları başıboş bırakmayan Allah, onların
nasıl hareket edeceğini bildirmek üzere ilk insan Hz. Âdem’e aynı zamanda ilk peygamberlik görevini
de vermiştir. Kur’an’da geçen, “Biz her kavme bir peygamber gönderdik.” ve “İnsanlar
tek bir ümmetti. Allah müjde ve azabının habercileri olmak üzere peygamberleri gönderdi ve
beraberlerinde insanların ihtilafa düştükleri şeyler hakkında aralarında hüküm vermek için
hak ve gerçek kitaplar da indirdi.” ayetleriyle Allah kelamının her dönemde insanlara iletildiği
bildirilmektedir.
2 metinle devam ediyoruz:
Bu çalışmamızda, İslam’ın bir devrim yapmadığı, bir islahat yaptığını, Vahyin nazil olduğu toplumun örfî hukukunu esas aldığını, şeriatını büyük ölçüde Cahiliye şeriatından aldığını göstermeye çalışacağız. Çalışmamızda “Cahiliye’nin ibadetleri / inançlarını ve şeriatı/hukuku” bölümünde büyük ölçüde Mehmet Azimli’nin Cahiliye’yi Farklı Okumak adlı eserinden yararlandık! Son kısmını da biz ilave ettik. Bazı şeyleri farketmeniz için uç örnekleri verdik. Haliyle meseleye bir de bu pencereden bakmanızı istedik.
İslam; Eskinin devamıdır!
İslam devrim yapmamış, ıslah etmiştir. Kur’an içinde doğduğu kültür ve gelenek, örf ve toplumsal algıyı lağvetmedi, aksine yeni gelen vahiy mesajını bunlar üzerinden ulaştırdı. İslam cahiliyenin bütün kurumlarına savaş açmadı, aksine birçoğunu olduğu gibi bıraktı, bir kısmını ıslah etti, az bir kısmını da ibtal etti.
Tevrat ve İncil’de bulunan hükümlerin bir benzerini Kur’an’da bulabileceğiniz gibi, Tevrat’ın hükümlerinin birçoğunu da Sümerler ve Hammurabi kanunlarında bulabilirsiniz. Kur’an daha önce vahyedilmiş kitapların devamıdır.
Hz. Muhammed’in getirdiği mesaj, yaşadığı toplum merkezli olduğu aşikardır. Ayetler nazil olduğu coğrafyanın problemleriyle alakalıdır. Nitekim Mekke’de ayetler müşriklere, Medine’de Yahudilere yönelik ikazlar gelmiştir. Örneğin o tarihte, o coğrafya da Budist veya Zerdüştler olsaydı onlara yönelik vahiyler gelecekti. “Kur’an kendisinden öncekileri tasdik eden ve Mekke civarındakileri uyaran bir kitaptır.” [6/92] Zıhar gibi, hac dönüşü evlere arka kapıdan girmek gibi pek çok uygulama yalnızca o coğrafyadaki Araplara has davranışlar ve problemlerdir.
Kur’an’ın Arapça olması demek, o toplumun diliyle, irfanıyla, kültürüyle seslenmesi demektir. Örneğin yerlerin ve göklerin yedi kat olması. Araplar bunu Batlamyus’tan bu yana bu şekilde biliyorlardı. Bu rakamlar astronomik bir bilgi içermemektedir. Sadece Araplar böyle bildiği için, bu bilgi üzerinden mesajını verdi. Hadi sizin dediğiniz gibi öyle olsun! Pekala bu yedi kat yeri ve göğü kim yarattı? Kim göğü direksiz yükseltti. Ondaki düzeni, intizamı var etti? dedi. Ya da dünyanın düz olduğunu ifade eden ayetler. Ya da yakın semanın yıldızlarla donatılmış olması ve bunların da göğe çıkmaya çalışan, (vahyi dinlemek için, yada ilahi takdiri, kaderi öğrenmek için göğe çıktıklarına inanılan) cinler/ şeytanlar için taşlamalık yapılması gibi ifadeler.
Kur’an o coğrafyadaki atasözlerini, darb-ı meselleri kullanır. Cahiliye Araplarının daha önce kullandığı besmelenin bir benzerini kullanır, örneğin. Kur’an’ın üslubu, yöntemi yeni olmakla birlikte, o cahiliye toplumunun kullandığı dili kullanır. Kullanmak zorundadır ki muhatapları onu anlayabilsin.
Kur’an’daki cennet tasvirleri tamamıyla Arap zevkine göre tasvir edilmiştir. Çadırlar, altından sular akan bahçeler, huriler (beyaz tenli kadınlar) gılmanlar, vs. gibi!
Kur’an yavaş yavaş /tedricen nazil olduğu toplumu değiştirmiştir. Örneğin; Tefecilik en son yasaklanan yasaklardandır. İçki tam olarak Hz. Peygamberin vefatına ancak dört yıl kala yasaklanabilmiştir. Hz. Aişe annemizin dediği gibi birden yasaklansaydı, kimsecikler Müslüman olmazdı. Çünkü bir toplumun alışkanlıklarını bırakması, büyük bir treni durdurmak kadar zor bir iştir. Muta nikahı birkaç kez yasaklanmaya çalışılsa da başarılı olunamamış, en son Hz. Ömer zamanında kaldırılmıştır.
Toplum hürler, mevali ve köleler olmak üzere üç sınıf idi. Bu sosyal yapı büyük ölçüde İslam sonrası da devam etmiştir. Mevaliler azat olmuş köleler veya bir kabileye sığınmış kimselerdi. Zeyd gibi. Bunlar evlenme ve miras konusunda hürler gibi muamele görmezdi. Kölelerin ise hiçbir hakları yoktu. Efendisi öldürse bile kimse itiraz edemezdi.
Cahiliye Döneminde Müşriklerin İnançları;
Müşrik Arapların Allah’ı rab, en büyük ilah olarak kabul ettiklerini söylememize gerek bile yoktur. Onlar politeist değil, henoteist idiler. Yani bir tanrıya inanır ve ibadet ederken, diğer ilahları da kabul ediyorlardı. İlahların bire indirilmesini kabul edemediler. Onlara göre Allah gökte idi. Vahiy de onların algıları üzerinden “gökte olan tek ilah” tan bahsetmiştir. Peygamber inancına yabancı değillerdi. Ne var ki Peygamberin binlerce mucizesi olmalıydı, göğe çıkmalıydı, ya da neden bizim gibi Taif’in ve Mekke’nin ileri gelenlerine verilmedi diye itiraz ediliyordu. Kur’an’ın anlattığı kıssaları –ikisi hariç- hepsini biliyorlardı. Bu kıssaları cahiliye şiirlerinde görmek mümkündür. Ve bunları eskilerin bilinen masalları/efsaneleri diye niteliyorlardı. Bu iki kıssa Zü’l-Karneyn ve Kehf /mağara kıssasıdır. Ki bu iki kıssa zaten peygambere sorulmuş bundan sonra bu kıssalar ile ilgili vahiy nazil olmuştur. Melekleri zaten kabul ediyorlardı. Melekler iyi cinler, şeytanlar da kötü/şer cinlerdi. Melekleri Allah’ın kızları olarak niteliyorlar ve onlarla Allah arasında akrabalık/neseb bağı kuruyorlardı. Ahirete de inanıyorlardı. Şefaat ile ilgili ayetlere bakarsanız, orada onların şefaat beklentilerinin ahirette olacağını görürsünüz. Zaten Allah’a inananın ahirete inanmaması mümkün değildir. Pek tabii Allah’ı ve ahireti inkar eden bir avuç kadar dehri/ateist Mekke de vardı. Bunlar genellikle siyasi olarak Sasani/Mecusi taraftarları idi. Cennet ve cehennemi zaten biliyorlardı. Netice de bunlar İbrahim Peygamberin dinini devam ettirdiklerine inanan bir toplum idi. Tam birer kaderciydiler. Bizim Ehl-i sünnet kadar. Daha doğrusu hadislerle inşa edilen ehl-i sünnet akidesinde, cahiliye kader inancını tam olarak görmek mümkündür. Allah dileseydi biz müşrik olmazdık demekteydiler.
Cahiliye’nin İbadetlerine Gelince;
Hz. Peygamberin İslam öncesi Hira’da yaptığı itikaf ve inzivayı biliyorlardı. Buna tahannüs denilir. Abdest alırken misvak kullanmak, mazmaza, istinşak gibi uygulamaları yapıyorlardı. Araplar cünüplük ve hayız/nifastan sonra gusül alırlardı. İbrahimî mirasın kapsamlı bir ifadesi olan “din-i İbrahim” kavramı, yalnızca Kâbe’yle ilişkili ibadetlerle sınırlı değildir. Arap kabilelerinin yaşattıkları “mürüvve” müessesesi olarak bilinen misafirperverlik, Hz. İbrahim’den kalmadır. İslam öncesi Araplar, evlilik, boşanma, fidye miktarı, bir kimsenin kendi ailesinden olan kadınlarla evlenme yasağı ve cinsel birleşmeden sonra temizlik gibi konularında Hz. İbrahim’in geleneğini devam ettirmişlerdir. Namaz öncesi abdest almak ve sünnet olmak ondan kalmıştır. İslam öncesi Arapların “duha” ve “asr” gibi iki ibadeti de “din-i İbrahim”le bağlantılıdır. Özetle; Mekkeli Müşrikler namaz, oruç, zekât nedir, bilmiyor değillerdi. Onlar Hz. İsmail’in torunları idi. Bozulmuş da olsa büyük dedelerinin dininden kalan bir takım inançlar ve ibadetler mevcuttu. Namaz kılanlara yazıklar olsun! Ayetinde namaz kılan müşrikler kınanmaktadır. Araplar Cuma gününe arûbe diyorlardı. Peygamberimizin dedelerinden Kâb b. Lüey bu günün adı Cuma olarak değiştirmiş ve bu günde hutbe verilmekte idi. Yine Kâb b. Lüey bugünde gusül abdesti alırdı. İslam da bunu aynen devam ettirmiştir. Sünnet oluyorlardı. Kâbe’yi tamir için salma çıkardıklarında yardım paralarının fuhuş ve faiz paralarından olmamasını şart koşacak kadar bir vicdanları da vardı. ‘Hılf’ul-Fudûl /Erdemliler Birliği’ gibi dernekler kurarak mazlumlara yardım etmeyi dert edinenleri de vardı. Mekkelilerin oynadıkları bugünkü piyangonun bir benzeri olan “meysir” bile fakirlere et ikramı için oynanan bir tür şans oyunu idi.
Yine Cahiliye döneminde evlerin bir köşesi mescit olarak kullanılıyordu. Cenazelerini yıkarlar, kefenleyip öyle gömerlerdi. Orucu zaten biliyor ve tutuyorlardı. Muharrem’in onuncu günü oruç tutuyor ve bugünde Kâbe’nin örtüsünü değiştiriyorlardı. Yine Mekkeliler zekattan bahseden ayetleri yadırgamamışlardır. Dedeleri Hz. İsmail’den bunu biliyor olmalılardır. Mekke şehir devletinin kurucusu Kusayy Mekke’nin zenginlerinden hacılara yemek yedirme görevi olan “rifade” ve su içirme görevi olan “sikaye” için zekat toplama sistemini vaz etmişti. Hac ve umre görevini kamilen yapıyorlar, ihramlarını giyiyorlardı. Sadece Mekkeliler kendilerine bir ayrıcalık olarak Arafat’ta Vakfe’ye durmuyorlardı. Tavafı, say’ı, telbiyeyi, cemreyi ve kurban kesmeyi aynen icra ediyorlardı.
Cahiliye Şeriat’ının İslam Sonrasında Devamı
;
Cahiliye döneminde “adalet, şura, maslahat” gibi bazı erdemleri idari uygulamalarında kabul ettikleri görülür. Kabile şefleri “Dâr’un-Nedve” de toplanarak istişare ile kararlar alıyorlardı. İlk halifeler de bunu aynen devam ettirmişlerdir. Arap örfüne göre lider kaydı hayat şartıyla başa getirilirdi. Bu örf dört halife döneminde de aynen devam ettirilmiştir.
Cahiliye Araplarının ruhuna işlemiş olan “savaş ve yağma/ganimet” algısını İslam cihat ile devam ettirmiştir. Onların kan dökme ve yağma kültünü cihata, islami fetihlere kanalize etmiş, İslam’ın yayılması için harcamıştır. Cahiliye dönemindeki “Zilkade, Zilhicce, Muharrem, Recep” gibi haram aylarda savaş yapılması hoş görülmezdi. Bu haram aylar Mekke ve civarında hac ve umre için gelen hacıların yol güvenliği için vaz edilmişti. Kur’an’da da zikredilen bu aylarla ilgili yasak, İslam tarihi boyunca bu coğrafyanın dışında uygulanmamıştır. Cahiliye’nin savaş hukuku büyük ölçüde İslam sonrasında da devam ettirilmiştir. Örneğin savaşta galip gelen liderin istediği köleyi veya cariyeyi seçme hakkı “safiyy hakkı” vardı. Peygamberimizin Cüveyriye ve Safiye annemizle bu şekilde evlenmiştir. Yine İslam öncesi cizye uygulamasını İslam devam ettirdi.
İslam öncesinde bir kızın evlenmesi velisinin iznine tabi idi. Bu uygulama İslam sonrasında da aynen devam ettirildi. Özellikle bugün Şafiiler arasında uygulanmaktadır. İslam öncesi evlenme merasiminde verilen “velime” İslam sonrasında da devam ettirildi. Geline mehir verilmekteydi. Bu durum Kur’an tarafından da onaylanmıştır. İslam sonrasında sadece “üvey anne ile evlilik, iki kız kardeş ile aynı anda evlilik, şiğar usulü evlilik (takas) yasaklanmıştır. Yine dörtten fazla kadınla evlenmek yasaklanmıştır. Yine İslam öncesi talak hukukunu İslam devam ettirmiştir. Bununla birlikte kadınların lehine bazı tavsiyelerde bulunmuştur. Kadının kocasına para teklif ederek boşanma hakkı elde etmesini İslam devam ettirmiştir. Cahiliye’nin zıhar uygulamasını tadil edip, onun yerine kefaret cezası getirdi. Cahiliye’de kocası ölen kadın bir yıl beklerdi. İslam bunu da devam ettirdi. Yine cahiliye miras hukuku korunmuştur. Sadece o güne kadar babasından miras almayan kızlara erkeğin yarısı kadar miras verilmesi emredildi. Cahiliye’de kadın kocasına evlat vermedikçe kocasının ailesine dahil edilmiyordu. Aynı anlayışın uzantısı olarak, cariye efendisine çocuk verince artık hür kabul edildi.
Yine cahiliye döneminde zina yadırganıyor, “Hür adam zina eder mi?” diyorlardı. Mekke’de zina edenlere herhangi bir ceza verilmemişti. Medine’de ise Yahudilerin cezası olan -örfi ceza olarak- recm cezası birkaç defa uygulandığı anlaşılmaktadır. Yine İslam öncesi dönemde hırsızların elinin kesilmesi cezası İslam ile devam ettirilmiştir. Hırsıza o devirde verilebilecek en uygun ceza bu idi. Zira develeriyle ve çadırlarıyla bir yerden diğerine göç eden bedevi bir toplumda hırsızın hapis cezasına çarptırılması mümkün değildi. Zira o zaman ne hapishane, ne duvar, ne mahkumların kaçmasını önleyecek otorite, ne de onların iaşesini sağlayacak bir teşkilat vardı. Öyleyse yegane çözüm yolu en kısa yoldan cezalandırmaktı. Yine Araplar eşkıyayı asarlardı. İslam da bunu devam ettirmiştir. İçki içenlere verilen had cezası tam tesbit edilmemiştir. Bazen sopa, bazen ayakkabı, bazen kırk sopa, bazen de 80 sopa, bazen de sürgün cezası verilmiştir. Yani cezalar örfidir. Kısas ise cahiliye de aynen uygulanmakta idi. Kadının diyeti erkeğin yarısı olarak İslam sonrası devam ettirilmiştir. Yine İslam öncesi kabile dayanışmasının bir göstergesi olan, kişi kasıtsız olarak birini öldürürse, “akıle” denilen diyetini kabilesi öderdi. İslam sonrasında da bu uygulama aynen devam ettirilmiştir.
Cahiliye döneminin ticaret hukuku –tefecilik hariç- aynen tatbik edilmiştir. Domuz eti yenilmesini yasaklayan ayetlere Mekkeliler karşı çıkmadılar. Mesela; Cahiliye de köpek satışı yasaktı, İslam sonrasında da hadislerle bu yasak devam ettirilmiştir.
Her ne kadar Allah katında herkes eşit olsa da, köle ve cariyeler ile ilgili o tarihlerde geçerli olan hukuk büyük ölçüde devam ettirilmiştir. Toplumsal realiteler, cari hukuk bir günde değişecek şeyler değildir. İslam her ne kadar tedricen bunu kaldırmayı hedeflese de, Emevi ve Abbassiler döneminde İslami fütuhat sonucunda ortalık köle ve cariyeden geçilmez hale gelmiş, öyle ki cahiliye dönemine rahmet okutacak kadar berbat bir hal almıştı. İslam’ın hedeflerinden büyük ölçüde sapılmıştır. Afrika’dan yüzbinlerce siyahi köle getirilmiş, bunlar bilahere Abbasilere Zenc isyanı gibi isyanlarla isyan etmişlerdi.
İslam sonrası kölelik hukukuna göre; köleler ve cariyeler efendisi tarafından kullanılabilir ve satılabilirdi. Sadece İslam onlara işkence edilmemesi konusunda bazı tavsiyelerde bulunmuştu. Sadece zina ederlerse onların cezası; hürlere verilen cezanın yarısı verilecekti. İslam hür kadınların örtünmesini emretti. Ana neden onların hürkadın olduklarının bilinmesi, ahlaksız erkeklerin onları cariye bilip, rahatsız etmesin diye. Zira o devirde cariyelerin genelde fuhuş yaptıkları kabul edilirdi. Bu yüzden mümkün mertebe onlarla evlenilmemesi tavsiye edilmiştir.
Cahiliye döneminde Mekke’de siyasi sistemi kuran Peygamberin dedesinin dedesi Abdülmenaf’ın babası Kusayy’ın kurmuş olduğu Ridafe ve Sikaye’nin dışında, eşnak görevi (cinayetler için uygun bir fidye ödenmesi) Sifaret (Hz. Ömer’in İslam öncesi yapmış olduğu elçilik) görevinin dışında Kabe’nin konumu güçlendirilmiş, hicabe (Kabe’nin giydirilmesi) gibi kurulan sistem, İslam sonrasında da aşağı yukarı aynen devam ettirildi. Mekke’nin tek gelir kaynağı olan ticaret için ilaf/yol güvenliğine önem verildi.
***
Arap İslam aklının mümeyyiz özelliklerinden olan asabiyet/kabilecilik İslam sonrasında da devam etmiştir. Ebubekir “İmamlar/halifeler Kureyştendir!” deyip, halifeliği Medinelilere vermemiştir. En adil halife Ömer bile yaralandığında, içlerinden birinin halife seçilmesini tavsiye ettiği altı kişiden her biri Mekke’in en zengin aristoklarıdır. İçlerinden bir tane Medineli ensar veya Kureyş dışından bir kabileye mensup kimse yoktur. Yine bir diğer mümeyyiz özelliği ganimettir. İlk savaş olan Bedir Savaşının Kureyş ticaret kervanını vurmak için yapıldığını bilmeyen sanırım yoktur.
Bu örnekler çoğaltılabilir. İslam’ı büyük ölçüde o devirdeki sosyal doku oluşturmuştur. Nass/vahiy-olgu arasındaki ilişki görmezden gelinemez. İslam devrim yapmamıştır. Islahat yapmıştır. Cahiliye şeriatının yüzde seksenini ibkâ etmiş, aynen benimsemiştir. Geri kalanlarını ise ıslah veya ilga etmiş, ortadan kaldırmıştır.
İslam şeriatı büyük ölçüde içinde doğduğu toplumun örfi hukukudur. Yani “ma’ruf”tur! Yani örfe uygun davranışlar, uygulamalardır. Kur’an’da kırk küsur yerde geçen maruf örfe uymayı emretmektedir. Örneğin; kısas cezasından bahseden [2/178] ayetine ve diğerlerine bakmak kafidir. [2/180] mirasta marufa uygun vasiyet, [2/228-9] Boşama ve boşanan kadınlarla ilgili uygulamalarda marufa uymak, [2/233] boşanmış emzikli kadının nafakasını örfe uygun şekilde verin vs. gibi. Onlarca ayette marufa uymak emredilmektedir. Soru oldukça basit ama bir o kadar da esaslıdır; Arap örfü evrensel midir? Yani bütün zaman dilimlerinde ve coğrafyalarda geçerli midir? Mesela; Örf değişirse şeriatin de değişmesi gerekmez mi? Ki gerekir! Öyleyse; Şerait (şartlar) değişince şeriat da değişir! İslam’ın evrensel ilkelerine ve hedeflerine mi bakacağız, yoksa 1500 sene öncesinin son derece iptidai şartlarda yaşayan yarı bedevi toplumun örfüne mi? Mecelle’nin de belirttiği gibi, ezmanın tegayyürü ile (zamanın değişmesi ile) ahkam (muamelat ve ukubattaki hükümler) da tebeddül eder. Zamanların, mekanların, durumların, niyetlerin ve adetlerin değişmesi ile hükümler de değişir. Şerî bir hükmüm illetinin sona ermesiyle hükmü de sona erer. Tüm bunlar zaten klasik fıkıh müktesabatımızda mevcuttur. Zaten şeriatın büyük bir kısmı şeriat-ı müevvele dediğimiz fakihlerin içtihat ve yorumlarından ibarettir. Bunlar da kendi devirlerindeki problemlere çözüm denemesidir. Bunları kabul etmemenin hiç bir günahı yoktur. Onlarca mezhep, ve her bir mezhep içinde onlarca farklı içtihat vardır. 21. Yüzyılın problemlerini bundan 1200 sene önce verilmiş fetvalar ile çözmenin imkanı var mıdır? Yine sebeb-i nüzulüne bakmadan ahkam ayetlerini , Şari’nin kastını öğrenmeden hüküm çıkarmak da doğru değildir. “Kesilirken üzerine Allah’ın ismi anılmayan hayvanları yemeyin!”[6/121] ayeti hayvan keserken besmele çekmeyi emretmemekte, putlar için kesilen hayvanların yenilmesini yasaklamaktadır.
Öyleyse dinin akaidi, ahlakı ve ibadetleri değişmez, ama muâmelat ve ukubat değişir. Bugün Akaid’te bile değişikler yapmaktayız. Mesela kader anlayışımızı sorgulamaktayız. Ruh nefis anlayışlarımızı tashih etmekteyiz. Şefaati, kabir hayatını, Kevser havuzunu, sırat köprüsünün itikadi değerini sorgulamaktayız. Cinlerin hepsi melek ve şeytan mıdır? Yoksa bir kısmı yabancı insanlar mıdır? Ya da Kur’an’da geçen her şeytan soyut şeytan aleyhilla’ne midir? Yoksa şeytan tıynetli insanlar mıdır? Yoksa şeytan insanın alter egosu, şuur altı mıdır? Fücuru emreden nefsi midir? Din dili değişmez mi?
Allah’ın hükümleri ile hükmetmeyenler kafirlerdir diye bas bas bağıranlara soralım; Yüzde sekseni cahiliye şeriatı olan ahkam ile hükmetmek Allah’ın muradı mıdır? Bugünkü kanunlar Fransa’dan, İsviçre’den, İtalya’dan gelmiştir, onların tercümesidir diyenlere biz de şöyle diyelim; İslam hukukunun/ şeriatının büyük bir kısmı da Cahiliye şeriatındandır. Tamam ama İslam onları biraz değiştirmiştir diyeceklerdir. Buna cevap olarak bizde şunu deriz; İyi de, biz de batıdan aldığımız yasaları bir miktar değiştirdik. Mezhep imamı Evzaî’nin fıkhı büyük ölçüde Şam/ Doğu Roma yasalarını merkeze almıştır. Evzaî’ye ittiba eden, onun mezhebine mensup biri kafir midir? Ya da Abbasiler zamanında oluşturulan fıkha ne ölçüde Sasanî devlet ve hukuk sistemi yansımıştır?
23 senede inen ayetlerde nesih varsa -bir an olsun var olduğunu kabul edelim- ya da; nesih yoksa da tedricilik de yok mudur? Soru çok basit bir o kadar da yalın! 23 senede Müslümanların gelişmesine, ihtiyaçlarına paralel olarak ayetler peyderpey gelmeye devam etmiştir. Pekala; İnsanlığın gelişmesi 1500 senedir yerinde mi saymıştır. İnsanlık hiç ilerlememiş midir? Bütün dünya Büyük sahradaki, Necid çöllerindeki hayattan ibaret değildir. Bu coğrafyada çöl, kum, deve, su gibi son derece basit, binlerce yıldır değişmeyen bir hayat devem etmektedir. Batının geliştirdiği demokrasi Bedevilerin aşiret sisteminden ve kabile şefinin otoritesine dayanan yönetim anlayışından daha güzel değil midir? Ya da Kur’an’da var diye hala savaş esirlerini köle mi yapacağız? Kadın esirleri, cariyeleri hem kullanacağız, hem de pazara mı göndereceğiz? Onların örtünmelerine izin vermeyeceğiz mi? Örtünenlerine Hz. Ömer’in yaptığı gibi sopa mı çekeceğiz? Ya da dört eşe, sınırsız cariyeye izin mi vereceğiz? Kadınların hala şahitliğini yarım mı kabul edeceğiz? Onlara erkeklerin yarısı kadar mı miras vereceğiz? Faizsiz bir ekonomi mümkün mü? Peygamber devrinde sadece tahıl ürünlerinde ve ticaret mallarında olan, üstelik tam bir tefecilik olan riba’ ile bugünkü ticari kredileri, devletin sübvanse ettiği hibe kredileri, eflasyon oranında faiz tahakkuk ettirilen (yani faizsiz/fazlalıksız) krediyi bir mi tutacağız? İslam öncesindeki riba; kat kat faiz idi. Vadeli mal veren vakti geldiğinde “E takdî em türbî/ Ödeyecek misin? Yoksa borcunu katlayacak mısın?” derdi. Faize karşı çıkanların özel mülkiyete de karşı çıkmaları gerekmez mi? En azından tarlasının icârını, evinin, dükkanının kirasını almaması gerekir. Öyle ya, para biriktiren bu parasının kirasını alamayacak, ama parasını dükkana yatıran bal gibi kirasını alabilecek! Üstelik toprak sahiplerine, emlak zenginlerine zekat da yok! Üstelik; bedava para kullandırmak dünyanın neresinde var? Yardım etmek elbette ahlaki bir erdemdir, ama yaptırım gücü olan hukukî bir ödev de değildir. Parayı kullanan kar edecek, ama mal sahibi enflasyon yüzünden parasını kaybetmeye devam edecek? Bu açık bir gabn-ı fahiş değil mi? Ve böyle bir ticari işlem ahlaken, dinen, hukuken geçerli midir? Para’nın getirisi olmaz ise, sermaye nasıl birikecek ve yatırıma dönüşecek? Hem sonra bir ülkenin parasının değerini şu modern dünya da tam olarak sabitlemek mümkün müdür? Örneğin enflasyonun sıfır olduğu bir memlekette, dolar ve avronun değeri artarsa, ya da emtia fiyatları, altın veya petrol fiyatları artarsa o ülkenin parası değer kaybetmeyecek midir? Daha binlerce soru!
Ya DAEŞ’in, Bako-Haram’ın, eş-Şebâb’ın, el-Kaide’nin, Taliban gibi İslam devleti kuracağız diye ortalığı cehenneme çeviren, örgütlere teslim olacağız, Allah’ın insanlığa gönderdiği son dini Ceziretü’l –Arab’a gidip miladi yedinci yüzyıl formatında yaşayacağız ya da büyük bir tecdit hareketi ile tarihin öznesi olacağız!
Hala ümmet ortaçağa dönmeyi, asr-ı saadete erişmek olarak algılamaktadır. Oysa asr-ı saadet zirve değil, olsa olsa İslam’ın başlangıcıdır, start aldığı en alt düzeydir. Asr-ı saadete dönme çabaları, 20 yaşındaki delikanlıyı tekrar anne karnına sokma çabalarından farksızdır. Tarih tekerrür etmez ki, geriye, maziye gidilsin! Aynı su hiç bir zaman aynı köprünün altından ikinci bir kez daha geçmez!
Kur’an tarihte pek çok defa yorumlanmış ve yine bugün de yorumlanmaya devam edecektir. Dün Adem gökteki cennette yaratıldığına dair ondan delil getirirken, bugün yeryüzünde yaratıldığına dair ondan delil getireceğiz. Dün dünyanın düz olduğuna, güneşin dünyanın etrafında döndüğüne dair ondan delil getirirken, bugün dünyanın yuvarlak olduğuna dair ondan delil getirmekteyiz. Dün Allah’ın gökte olduğuna dair ondan delil getirirken, bugün Allah’a mekan izafet edemeyeceğimizden hareketle bunu hata olarak görmekteyiz. Kimi ayetlerini Arapça dilinin karakteristik yapısından yararlanıp, tevil ediyoruz. Bazılarında teşbih var, bazılarında temsil, bazılarında mecaz var diyoruz. Akıl ile nakil tearuz etse/çelişse aklı tercih ediyoruz. Nassları tevil ediyoruz.
Kur’an da tabiat yasaları anlamında sünnetullah geçmez. Kur’an da geçen sünnetullah toplumsal yasalar anlamındadır. Evrenin temel yasalarından İlliyet yasası dediğimiz, Nedensellik Kur’an’da geçmez örneğin! Kur’an’ın nazil olduğu toplumun da bunlar yabancısı olduğu kavramlardır.
Olgular, olaylar her gün artıyor ve hem de sınırsız biçimde artmaya devam edecek! Oysa nasslar sınırlı! Bu sınırlı sayıda nass’tan nasıl olacak da evrensel sorunlarımıza acil olarak cevap bulacağız? Hz. peygamberi bu çağa getirmenin lüzumundan bahsediyoruz. O bugün gelse ne giyerdi, nasıl davranırdı? Öncelikleri neler olurdu? diyoruz. Aynı şekilde Kur’an’ı bugüne nasıl getirebiliriz? Ondan evrensel ilkeleri nasıl çıkarabiliriz? Fatiha’dan on bin anlamını verebilirim diyen Fahreddin Razi’nin metodu çözüm değil, bilakis problemin kendisidir. Bu yorum değil, metni yormak demektir.Her şeyi metne söyletmek, kendimizi Şârî yerine koymak demektir. Üstelik her bir anlama gelen bir metin hiç bir şey söylemiyor demektir! Hadislere “vahy-i gayr-i metlüvv” muamelesi yapan Şafii’nin günahı bu kadar da değildir. O ve ekibi aynı zamanda her bir şeyin çözümünün Kur’an’da bulunduğunu ilkesini de vaz etmişlerdir. Böylece Kur’an yorum adı altında ciddi manada yorulmuştur. Bazıları siyasi, dini hedeflerini gerçekleştirmek için slogan gibi “Kitab’da biz hiç bir şeyi eksik bırakmadık” [6/38] ayetini sık sık dile getirmektedirler. Oysa bu ayetteki “el-kitâb” kelimesi ilm-i ilâhîye karşılık gelmektedir. Yine gerek çağdaş Haricilerin /tekfircilerin bir slogan gibi kullandıkları “Hüküm ancak Allah’ındır” ayeti de böyledir. Bu ayetin de siyak ve sibakına bakıldığında görüleceği üzere bu ayetin teşrî (hüküm vazetme) yetkisinin kime ait olduğu gibi bir konuyla uzaktan yakından bir alakası yoktur. Bir an için söz konusu ifadedeki “hüküm” kavramının teşri / yasama ile ilgili olduğu kabul edilse bile, bu ayet “Allah dinî ahkâmı bütün detaylarıyla Kur’an’da vazetmiştir” gibi bir iddiaya haklılık pâyesi vermez.
Evet Kur’an Allah kelamıdır, ama Allah değildir. “Madem ki O Allah kelamıdır, öyleyse tüm zamanlara ve zeminlere/coğrafyalara aynı anda hitap etsin! Bana bu kitapta mucizevi gücünü göstersin!” demek, Allah’tan ikinci bir Allah yaratmasını istemek kadar abestir. Muhammed Allah’ın son peygamberidir. Ama Allah kadar mükemmel, kusursuz olması ondan beklenemez. Neticede o bir beşerdir. İçimizden biridir. Tıpkı bunun gibi Kur’an’da Allah tarafından gönderilmiştir ama Allah değildir. RABÇA DEĞİL, İNSANCADIR! Bir insanın kalbine doğmuş ve yine bir insanın dilinden dökülmüş, elçinin sözüdür. RABÇA DEĞİL, ARAPÇA’DIR! Bir dilin imkanlarıyla sınırlıdır. Onun Arapça olması Allah’ın insanlara anlayabileceği dilden, anladığı tarzda konuşması demektir. Kur’an bir hitaptır! Muhatab değişince hitap da, mevzu da değişir. Bu yüzden Kur’an muhatapların ortalama bilgisini esas alır ve maksadını, muradını bu bilgi temelinde anlatır. Kur’an’da mecaz da vardır, temsili anlatım da! Bu yüzden o bir bilgi kitabı değil, aksine bilinç inşa etme kitabıdır. O bir tarih kitabı da değildir. Bu nedenle onun kıssalarının tarihi bir gerçekliğinin olması da gerekmeyebilir. Zira amacı muhataplarının bildiği kıssalar üzerinden onlara hisse/öğüt vermektir. Ya da; o bizlere bilimsel sırları ifşa eden bir kozmoloji veya kozmogoni kitabı, informative bir bilgi kitabı da değildir. Kur’an hakikati teşhir etmez, ona işaret eder! O; hakikati afişe etmeden, hakikate işaret eden, hakikati gösteren anlamında “ayetleri” vardır onun.
Kur’an’dan çıkarılan temel ilkeler şunlardır; “eşyada asıl olan ibahadır, Şura/ meşveret, adil olmak, suç ve ceza dengesi, haksız kazancın her türlüsü memnudur, Hayırda yardımlaşmak gerekir, Sözleşmelere sadakat, Zaruretler mahzurları mübah kılar..” gibi hususlardır.
Bazen nass ile ümmetin maslahatı çatışabilir. Bu durumda ümmetin maslahatı tercih edilir. Örneğin Hz. Ömer birçok Kur’an emrini uygulamamıştır. Ki bu Ömer “muvafakat-ı Ömer” denilen, vahyin nasıl geleceğini tahmin eden, gerçek İslam Devletinin kurucusu kabul edilen Ömer’dir. Çünkü onda ve diğer bir çok sahabe de olan Kur’an’ın inşa ettiği bir sağduyu, zihniyet vardır. Ömer; Kur’an’ın emrettiği müellefe-i kulübe zekat vermeyi durdurmuştur. Tek celsede üç talak verenin talağını boşanma için yeterli saydı. Ümmü veled denilen cariyenin satışını yasakladı. Ki Hz. Peygamber ve Ebubekir zamanında efendisine çocuk doğuran cariyenin satışı geçerliydi. Kıtlık zamanında yapılan bazı hırsızlıkların had cezasını vermemiştir, örneğin. Yine zaninin/zinakarın cezası daha önce 100 sopa ve sürgün iken, Ömer sürgün cezasını kaldırmıştır. Tazir cezalarını arttırmıştır. Akıle’nin cezası daha önce kabilesi tarafından ödenirken, Ömer bu cezayı/fidyeyi katilin kabilesinden almış divanlara devretmiştir. Daha önce fethedilen yerler gaziler arasında taksim edilirken, Ömer bu uygulamayı da kaldırmış, Şam, Irak ve Mısır gibi toprakları eski sahiplerine bırakmıştır. Ya da Ömer b. Abdülaziz’e kadar Hz. Peygamber ve diğer halifeler hediye alırken, bu halife hediye almayı rüşvet olarak kabul etmiş ve yasaklamıştır. Çünkü artık hediye vermenin amacı değişmiş, niyetler bozulmuştur.
Bugün sadece sekülerizm/dünyevileşme tehlike arz etmemektedir. Dinin de bu kadar sekülerleşmesi, dünyevileşmesi tehlikelidir. Dinin; siyasi bir ideolojiye indirgenmesi kadar ona yapılacak büyük bir kötülük olamazdı! Allah’ın son dini şeriate indirgenmiş, şeriat de ukubata, ceza yasalarına! Hem de bundan 1500 sene önceki toplumların ceza infaz yöntemlerine! Oysa bu dinin değişmeyen bir akidesi, ahlakı, ibadetleri vardır.
Özetle; sabit din, dinamik şeriat! Es-Sünnetü kâdıyetün alâ’l-Kitab! Yalnız bu sünnet Hicri üçüncü asrın genel din algısını ifade eden hadis/sünnet değil, İNSANLIĞIN ORTAK TARİHİ TECRÜBESİDİR! KAZANIMLARIDIR! Kimse insanlığı bu noktadan geriye götürmeyi aklından geçirmesin bile! İşte bu sünnet kitaba hükmeder! Doğal hukuk, vicdan, içimizdeki Cebrail olan akl-ı selimimiz ve Makasıd-ı Şerîa/ Şeriatın ve Şârî’nin maksadını, maslahat, istihsan, sedd-i zerai, örf (bir toplumun ortak kabulleri, yazılı olmayan hukuku, konsensüs sapladığı ortak paydaları) Peygamberin ümmete öğrettiği hikmet, yani Kur’an’dan hüküm çıkarma metodu, bizlere İslam’ı çağa getirme imkanı vermektedir.
Artık yeni bir peygamber ve din gelmeyecektir. Öyleyse Allah insanı kaderiyle başbaşa bırakmış demektir. Oysa O Allah rahim ve kerimdir, biz aciz kullarını sahipsiz, imkansız bırakmaz! Bizden beklediği aklımızı başa devşirerek, Kur’an ve tabiat ayetlerinden yararlanarak, öncelikle selef-i salihinin içtihatlarından, medeniyetinden de yararlanmak koşuluyla, tüm insanlığın ürettiği erdemlerden, bilimden, tarihi tecrübelerden yararlanarak O’nun muradını yeryüzünde tahakkuk ettirmektir. Sorumlu bireyler ve ahlaklı toplumlar yetiştirmek olmalıdır.
İnsan din için değil, din insan içindir. Yerlerin ve göklerin emaneti insana yüklenmiştir. Bu koca evren insan için yaratılmıştır. İnsanı ve onun yeteneklerini öne çıkarmalı ve ona güvenmeliyiz. Afakî ayetler kadar, kişinin enfüsî ayetlerinin/kişisel tecrübelerinin de bir değeri vardır.
Aksi halde Müslümanlar tarihin birer nesnesi olmaya mahkumdur. Bu kadar geri kalmış bir toplum, hukuktan bu kadar uzaklaşmış bu ümmet, ahlaktan soyutlanmış bir itikadın müminleri korkarım ki, sadece bu dünyalarını kaybetmeyecekler, netice de imanlarını, dolayısıyla ahiretlerini de kaybedeceklerdir. Zira bu kadar sefalet, acizlik, yenilmişlik neticede inandığımız tüm mukaddeslerimize itimadımızı da sarsacaktır.
2-)
KUR’ÂN LAFIZ VE MÂNA OLARAK MI VAHYEDİLDİ? YOKSA MÂNÂSI ALLAH’TAN, LAFZI PEYGAMBERDEN Mİ?
Allah mütekellimdir, lâkin O’nun konuşması harf ve seslerden oluşan beşerin konuşmasına benzemez! Cenab-ı Hakk Süleyman Çelebi’nin veciz uslûbuyla “Bî hurûf u lafz u savt ol Padişah, Mustafa’ya söyledi bî-iştibah..” Yani O hiç şüphesiz Mustafa ile harfsiz, lafızsız ve sessiz konuşmuştur. “Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder.” [42/51] Aslında ayet şu şekilde de okunmaya müsaittir. “Allah değerli bir elçi gönderir. [81/19] Bu elçi O’nun Ruhu, Ruh’ul-Kudüs, Kutsal Ruh’tur. Bu Ruh da -doğrudan değil- ancak bir perde arkasından (dolaylı yolla) insana vahyeder, ilham verir. Manayı kalbe/zihne ilkâ eder, bırakır.
Vahiy zaten gizlilik içinde bir haberi iletmedir. Bu bildirim “ilham, işaret, imayı” da kapsar. Üstelik Kur’ân vahyi “şeytanların birbirlerine vahyetmesi, Allah’ın arıya, göklere, yere vahyetmesi, Peygamber olmayan Musa’nın annesine vahyetmesi” gibi dinî olmayan bir içerikle de kullanır.[1] Peygambere vahiy melek tarafından getirilmediğinden, müşrikler sürekli “Ona bir melek indirilse ya” [6/8] diye sataşıyorlardı. Ayrıca Kur’ân asla yazılı bir kitap, metin halinde gelmemiştir. O bir sözel hitaptır. Vahyi Cebrail Muhammed’in kalbine indirdiğine dair ayet [2/97] varsa da Cibril Kur’ân’da melek olarak değil, Ruh olarak geçmektedir. Kur’ân’ı Peygamberin kalbine indiren Kutsal Ruh’tur. [26/193] Bu Ruh her ne kadar Cebrail diye isimlendirilse de [2/97] o; Allah’ın sıfatları gibi ne Allah’ın aynısı ne de gayrısıdır, ama Allah’tandır. Allah’tan bir unsurdur. [2]
Ebû Zeyd’e göre [42/51] ayetindeki birinci tür vahiy “ilham”dır. Dil olmaksızın sessiz konuşmadır. İkinci tür vahiy ise Allah’ın Musa ile perde arkasından konuşmasıdır. Bu tür konuşma da verici ile alıcı arasında karşılıklı etkileşim olmaksızın tek taraflıdır. Allah’ın muhatabına bir elçi/melek gönderip ona muradını bildirmesi şeklindeki üçüncü tür vahye gelince, bu da “dolaylı bir vahiy”dir. Allah, meleğe bildirmiş, o da peygambere vahyetmiştir. Burada sorulması gereken soru şudur; Cebrail’le Peygamber arasındaki bu iletişim “ilham” anlamındaki vahiy mi, yoksa “sözlü/lafzî” vahiy midir?[3] Mevlana Muhammed Ali’ye göre de [42/51] ayetindeki “Allah’ın vahiy yoluyla bir insanla konuşması” şeklindeki birinci tür vahiy, bildik anlamda vahiyden ziyade ilham veya Rûhu’l- Kudüs’ün etkisiyle kalbe doğan fikir ve düşüncedir.[4] İranlı çağdaş düşünürlerden Şebusteri’ye göre, “Kur’ân vahyin kendisi değil, eseridir. Vahiy ise Allah’ın Peygamber’e yardımıdır. Allah vahiy ile Peygamber’e yardım etmiştir. Dolayısıyla Kur’ân Allah’ın sözü değil, Peygamber’in sözüdür ve bunu Allah’ın yardımı sayesinde söyleyebilmiştir.”[5] Abdülkerim Suruş da, vahyin Peygamber’in sözü olduğunu söyler.[6]
Fazlur Rahman şöyle der: Kur’ân ilahî mesajın karşılığı olarak “ilham”a oldukça yakın bir anlamı olan “vahiy” kelimesini kullanmıştır. Allah insanlarla sesten oluşan kelimelerle değil, fikrin meydana getirdiği kelimelerle konuşmuştur. Ne var ki Sünnî İslam vahyin “niteliğini” korumak için onun dış hakikatini/ilahî yönünü öne çıkarmış, lakin vahyin kendisine indirildiği Peygamber/iç hakikati/beşerî yönü ıskalanmıştır. Sünnî İslam kuruluş aşamasında “Kur’ân hem tamamıyla Allah Kelamı’dır, hem de Muhammed’in Kelamı’dır” diyecek, vahyin bu iki yönünü birleştirecek fikri donanıma sahip değildi. Oysa Kur’ân açık bir şekilde her iki hususu kabul etmektedir. Kur’ân, vahyin Peygamber’in kalbine geldiğinde ısrar etmektedir. Kur’ân, vahyin gelişi esnasında Peygamber’in dışa akseden bir şahsı algıladığından (Cebrail’i melek veya insan suretinde gördüğünden) bahsetmez! Zamanla Kelam ilmi “vahyi; kulak vasıtasıyla işitilen, Peygamberin dışında olan bir şey” haline getirdi. “Kalbe gelen vahyi/ilhamı ve Ruh’u Peygamberin dışında tamamıyla dışarıda bulunan bir melek (Cebrail) olarak gördü. [7] Peygamberin meleği görüp, sesini işittiğine dair rivayetlerin yanında, vahyin peygamberin kalbine indirildiğine dair hadisler de vardır.[8]
Fazlur Rahman’a göre, “Vahiy Elçisi” için melek tabirinin kullanılmasını doğru bulmaz. Çünkü Kur’ân onu –en azından Peygambere tasvir ederken- melek tabirini kullanmamıştır. Aksine devamlı onun için ya “Ruh”, ya da “Ruhanî Elçi” tabirini kullanmıştır. Kur’ân semavî varlıklar olarak meleklerin görevlerinden ayrıntılı olarak bahsetmesine rağmen, onlardan “vahiy elçileri” olarak bahsetmez. Haddizatında Allah, meleklerin kendilerine bile vahiy gönderip zorda kalan müminlere yardım etmelerini emredebilir. [8/12] Fakat yine de şöyle umumi bir açıklama verilmiştir. “Allah emrinden olan ruhu, kullarından dilediğine indirir.” [40/15] ve yine “Melekleri kullarından dilediğine, emrinden Ruh ile indirir. [16/2] Bunlardan şöyle bir sonuç çıkarmak mümkündür; Allah’ın peygamberleri, kendilerine vahiy getiren Allah’ın Ruh’una mazhardırlar. Peygamber olmayan Meryem’i hamile bırakan Kur’ân’ın “Ruhumuz” dediği Ruh’tur. [19/17-22] Yine Âdem’i yarattıktan sonra “Ona kendi ruhundan üflemiştir.” [15/29, 38/72] Yine Allah müminleri kendinden bir Ruh ile desteklemiştir. [58/22] İsa Kutsal Ruh ile desteklenmiştir. [2/87, 5/110] İşte Kur’ân’ı vahiy olarak getiren bu Ruh’tur. “Onu Ruhu’l-Kudüs/Kutsal Ruh Rabbinin katından indirdi.” [16/102] Peygamber’e vahiy elçisi olarak gönderilen bu ruh olduğuna hiç kuşku yoktur. Mekkelilerin sürekli “ona bir melek indirilmeli değil miydi?” şeklinde itiraz etmelerinin nedeni de ona meleğin vahiy getirmemesidir. Haliyle peygamberimize vahiy için melek gönderilmediği kesindir. Zira ona vahiy, Ruhu’l-Emîn olarak tasvir edilen Kutsal Ruh tarafından getirilmiştir. [26/193] Mekkeliler görebilecekleri bir meleğin Peygambere inmesini istemelerine karşılık Kur’ân bunu sürekli reddetmiş, vahyi peygamberin kalbine indirenin Ruhu’l-Emîn olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca Ruh’un aslen vahyin muhtevası olduğuna dair de işaretler vardır: “وَكَذٰلِكَ اَوْحَيْنَا اِلَيْكَ رُوحًا/İşte sana da, Ruh’u vahyettik.” [42/52] Ve yine: “Allah, emrinden olan Ruh’u kullarından dilediğine indirir.” [40/15] Bu durumda Ruh, muhtemelen Peygamber’in kalbinde oluşan ve ihtiyaç olduğunda vahiy şekline dönüşen bir kuvve, bir duyu olarak da yorumlanabilir. [9] Vahyin iniş şekline gelince: [42/51-2] ayeti, Allah’ın insanlarla doğrudan konuşmadığını söylemektedir. Allah’ın, Muhammed’le konuşması da, onun kalbine Ruh’u göndermekle gerçekleşir. Buradan çıkarılacak sonuçlar da:
1- Peygamber’in hakikati görüp, onu kelimeye dökmesini temin eder. “Ben Allah’a basiretle davet ederim.” [12/108] “(Muhammed kendi arzusundan konuşmaz, (söyledikleri) kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir. [43/3-4]
2- Vahiy duyulan, fizikî akustik bir ses değildir. Duyulan zihnî/mental bir sestir.
3- Veya Ruh “Vahiy Elçisi” şeklini alarak vahyi peygambere iletir. Bununla birlikte Vahiy elçisi, Peygamber’in kendi şuurlu şahsiyetinden tamamıyla ayrıdır. Ama vahiy elçisi nasıl olursa olsun gerçekte vahyi veren bizzat Allah’tır. Ancak, duyulan kelimeler sesli değil, zihnî, manevîdir. Ruh ve ses enfüsîdir. Vahiy Allah’tan sudur etmekle birlikte, Muhammed’in şahsiyetiyle de derinden bağlantılıdır. Kısaca “Vahiy Elçisini” tamamen haricî (bir varlık/melek) olduğunu söyleyen geleneksel görüş doğru kabul edilemez. [10]
Peygambere vahiy geldiğinde nasıl onu zihinsel/mental olarak işitiyorsa, Vahiy Ruhu tarafından okunduğunda da “vahyi” yine zihinsel olarak görüyordu. “O, Allah tarafından gönderilmiş tertemiz sahifeleri okuyan bir Elçidir.” [98/2] [11] Fazlur Rahman’a göre Peygamberlik vehbî (Allah vergisi) olduğu kadar kesbîdir de. Peygamberler nübüvvete layık, ahlaken mükemmel kimselerdir. Nasıl peygamberliğin bir kesbî bir de vehbî yönü varsa aynen bunun gibi vahyin de bir peygambere, bir de Allah’a bakan yönü vardır. Peygambere bakan yönü “Vahiy Kuvvesi” olmasıdır, yani vahye medar olmasını sağlayan bir kuvvenin kendisinde bulunmasıdır. Fakat vahiy sadece bu yönüyle ele alınırsa ilhamdan farkı kalmaz. Oysa Kur’ân’ın bizzat Peygamberin kalbine indirildiğini ifade eden ayetler vardır. Bu durumda vahyin bir de Allah’a bakan yönü vardır. Bu da, Ruh’un vahyi/ilhamı/mesajı Peygamberin kalbine ilkâ etmesidir. Vahyin “dâhili yönü/internal aspect” peygamberde, “haricî yönü/external aspect” bu da Allah’tadır. Vahiy kısaca bir alıcı ile vericinin birlikte çalışmasıdır. Burada Fazlur Rahman’ın söylediği bir şey daha vardır; Peygamber Ruh’un kalbine ilka ettiği sözleri bizzat işitmektedir. Vahyin kelimelere dökülmesi her ne kadar Peygamber’in kalbinde vuku buluyor ise de, kelimelerin kaynağı Allah’tır.[12] Kur’ân salt İlahî Kelam’dır, fakat aynı ölçüde Hz. Muhammed’in iç kişiliği ile de yakından bağlantılıdır. İlahî Kelam Hz. Muhammed’in kalbinden süzülerek dışarı akmıştır.[13]
Ebû Zeyd’e göre, nass-olgu ilişkisini göz önünde bulundurmayan kadim ulema, [42/51] ayetinde belirtilen ‘Allah’ın bir elçi (melek) vasıtasıyla mesajını insana aktarması’ şeklindeki vahyi “hem lafız hem de mana” olarak Kur’ân’ın tenzili olarak değerlendirmişlerdir. Onları bu kanaate sevk eden Kur’ân’ın Levh-i Mahfuz’da ezelî bir varlığı bulunduğu şeklindeki bir ön kabuldür. Onlara göre Cebrail Levh-i Mahfuz’dan Kur’ân’ı ezberleyerek almış ve onu daha sonra Peygambere getirmiştir.[14] Örneğin Zerkeşî’ye göre Kur’ân hem mana hem de lafız olarak indirilmiş olup, Kur’ân’ın her bir harfi Levh-i Mahfuz’da Kafdağı büyüklüğündedir. Her birinde Allah’tan başkasının ihata edemeyeceği (sonsuz) manalar mevcuttur.[15]
Ebû Zeyd’e göre; o yüzyıllarda âlimler, kutsal metni mümkün olduğu kadar kutsallaştırmaya ve onu bir sır ve gizem perdesi içine sokma temayülündedir. Bu yaklaşım neticesinde Kur’ân kutsallaştırılmış, dilinin de ezelî ve Allah’a ait olduğuna karar verilmiştir. Hâlbuki Kur’ân’ın ezelî olduğu görüşü bir sünnî dogmadan ibarettir.[16] Kur’ân’ın “Allah’ın ezelî kelamı görülmesinin ardında kadim zamanlardan beri var olan semitik “isim-müsemma” arasında olduğu kabul edilen mütekabiliyettir. Bu anlayışa göre “Allah kelamı” demek Arapça harflerle telaffuz edilen, kulak ile işitilen, belli bir desibele sahip, söz/konuşma demektir.
Oysa bir diğer görüşe göre Cebrail Kur’ân’ı Peygambere mana olarak indirmiş, o da bu manaları öğrenmiş, Arapça olarak ifade etmiştir. Bu görüş sahipleri “Senin kalbine/zihnine onu Ruhu’l-Emîn indirmiştir” [26/193] “Bu Kur’ân’ı senin kalbine/zihnine indiren Cebrail’dir” [2/97] ayetini kendilerine dayanak kabul etmişlerdir. Bunlara göre vahiy Peygamberin kalbine ilham olarak gelmiştir. [17]
Bugün mutlak egemen mezhebî anlayış, Kur’ân’ın Allah’ın ezeli kelâmı dogmasına sıkı sıkıya sarılan Hanbeli Kelâm’ıdır. Haliyle “edebî yaklaşımı” destekleyen yeni bir Kelâm’a (teolojiye) ihtiyaç vardır. Edebî yaklaşıma göre; dini metinler ilahî ve Allah tarafından vahyedilmiş olsalar bile, tarih ile kayıtlıdır ve kültür tarafından inşa edilmiştir. Bu durumda karşımıza şu soru dikilir: Bir kültür ürünü olan Kur’ân, Allah tarafından vahyedilmiş bir metin olarak onun ilahî tabiatı ile nasıl bağdaştırılacaktır? [18] Kuşkusuz bu, Klasik Kelâm’da Kur’ân’ın tabiatına dair yapılmış epey eski bir kelamî sorudur. Kur’ân’ın ezeli mi, yoksa (Allah tarafından) yaratılmış mı olduğu hususunda şiddetli tartışmalar yaşanmıştır. Pek tabii yaratılmış olması onu “tarihsel” yapacaktır. Kur’ân’ın tarihselliği fikrini ilk destekleyenler aynı zamanda engizisyonun da ilk kurbanları olmuştur. Kur’ân’ın mahlûk/yaratılmış olduğunu savunan Ca‘d b. Dirhem (v.124) bir kurban bayramında koç gibi camide boğazlanmıştır. Ca‘d’ın açtığı kapıdan yürüyen akılcı Mutezile’ye göre dil bir insan icadıdır. Zira sese anlam yüklemek toplumsal bir uzlaşıdır. Mutezile bu sebeple Kur’ân’ı, ezeli varoluşa sahip bir metin olarak değil de Allah’ın yaratılmış bir fiili olarak görür. İsim (lafız) ile müsemma (mânâ) arasındaki ilişki, Kur’ân dilinde bile, yalnızca insanların uzlaşımı sebebiyle varlık kazanmıştır. Mutezile bu ilişkinin kendisinde hiçbir kutsiyet olmadığı görüşündedir. Onlar dilin, belli bir kültüre mensup insanlar tarafından üretildiği ve ilahî kelâmın, insanın kullandığı dilin kurallarına ve üslubuna bağlı kaldığı konusunda ısrar ettiler.[19] Mutezile’ye göre Kur’ân mümkün bir tarihte, beşerî dilin imkân ve sınırları içinde konuşmasıyla vücut bulmuş hâdis bir kelamdır. Dolayısıyla Kur’ân tarihsel, tarihe ait bir fenomendir. O duyulup/işitilip anlaşılan bir kelam olması itibariyle insanlara ait sözlerden farklı değildir. Zira her iki kelam/söz de harf ve seslerden oluşur. Haliyle mahlûk ve muhdestir. Zaten ezelî olan mütekellimin (Allah’ın hitabının) kendisine yönelteceği bir muhatabın (insanın) olması gerekir. Oysa bu muhatabın yeryüzündeki toplam ömrü birkaç on bin seneyi geçmez. Allah kelamı bir karşılıklı diyalogtur. Kur’ân’ın Allah kelamı olması onun kadîm olmasını gerektirmez. Mu’tezile’ye karşı çıkan ana akıma göre ise dil, bir insan icadı olmayıp insana verilmiş ilahî bir armağandır. Onlar [2/31] gibi ayetlere dayanarak dilin ilahî olduğunu savunurlar.[20]
[1] Ş.Ali Düzgün, Vahiy ve Kur’ân, Kelam El Kitabı, s.360.
[2] Ş.Ali Düzgün, Vahiy ve Kur’ân, Kelam El Kitabı, s.363.
[3] Ebû Zeyd, İlahî Hitabın Tabiatı, s.73-6
[4] Hadiye Ünsal, Mevlana Muhammed Ali’nin Meal-Tefsiri Bağlamında Kâdiyânîlik ve Kur’ân, Çukurova ÜİFD., c. 10 Sayı:1(2010), s.134.
[5] Şebusteri: Kur’ân Vahyin Kendisi Değil, Onun Eseridir, İslami Yorum, Kış 2011, Sayı;8.
[6] İranlı reformcu Abdülkerim Suruş, Kur’ân’ın Peygamber’in zihninin ürünü olduğunu iddia etmektedir. Suruç’a göre: Vahiy, bir ‘ilhamdır’. Peygamberlerinki daha yüksek düzeyde olsa da; o, şair ve mistiklerinkiyle aynı deneyimdir. [Abdulkerim Suruş’la Mıchel Hoebınk’in yaptığı bir röportaj, Çev: Esin Tezer. okyanusum.com/makale/muhammedin kelamı] Hayreddin Karaman’da Suruş’un röportajda belirttiği görüşlerini “Kur’ân’ı Peygamberin oluşturduğu, Kur’ân’da yanlış bilgiler bulunduğu” şeklinde özetlemektedir. [Hayrettin Karaman, Yeni Şafak, 27 Ağustos 2015]
[7] Fazlur Rahman, İslam, s.42-3
[8] Derveze, Tefsîru’l-hadîs, c.1., s.42.
[9] Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur’ân, s.155-9.
[10] Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur’ân, s.161-2.
[11] Fazlur Rahman, age., s.167.
[12] Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur’ân, Alpaslan Açıkgenç’in ikinci baskı sunuşundan, s.18-9.
[13] Fazlur Rahman, İslam, s.45.
[14] Ebû Zeyd’e göre, aynı ulema – sonradan gelen ayetin öncekinin hükmünü ortadan kaldırması anlamına gelen- neshi kabul etmekle, Levh-i Mahfuz’da ezelden beri orada duran Kur’ân teorisiyle çelişir. Ona göre nesh, Kur’ân’ın kültür içinde teşekkül ettiğine işaret eder. Toplumsal değişmeye paralel olarak Kur’ân’ın değiştiğini gösterir.
[15] Zerkeşî, el-Burhân c.1. s.229.
[16] Nasr Hamid Ebu Zeyd, İlahî Hitabın Tabiatı, s.12.
[17] Nasr Hâmid Ebû Zeyd, age., s.76. Bazı âlimlere göre ise vahyin dilsel biçimlemesini, mesajın içeriğinin dilsel formülasyonunu Cebrail yapmıştır. Onlara göre Cebrail’e bu manalar verilmiş, o da bu manaları Arapça olarak Nebi’ye ilkâ etmiştir. Ki, sema ehli Kur’ân’ı zaten Arapça olarak okumaktaydı. Meleklerin bir dil sistemine sahip olduğunu ve bunun da Arapça olduğunu varsayan bu ikinci görüş ise onu dilsel bir metin olmaktan çıkarmaktadır. [Ebû Zeyd, age., s.76.]
[18] Ebu Zeyd, ag.der. s.271.
[19] Ebu Zeyd, ag.der. s.272-3.
[20] Ebu Zeyd, ag.der., s.273.
Devam edecek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder