Öne Çıkan Yayın

İslami olarak Ölümden Sonra Yaşam ve Ruh Hususu

Selam, Aslında şu an hiç kimse beni okumuyor biliyorum ama, Allah nezdinde "çabalamış" sıfatı kazanmak için bu yazıyı yazacağı...

10 Aralık 2017 Pazar

Mü'min, İmân ve Zamana Ayak Uydurmak Hususu

Mü'min... Nedir mü'min? Bildiğiniz gibi mü'min, "Muhammed (s.a.v.) ism-i mübârekiyle ma'rûf ve malûm olan mübârek ve mukaddes şahsın getirdiği semavî ve tanrısal akîdeye, semavî ve tanrısal şeriate imân eden, kabûl eden şahıstır". Pekiyi bu Resûl-u Zîşan (s.a.v.) nereden almış bunu? Nereden almış bu akîde ve şeriatı? Üstün şiir yeteneklerinden mi? Aklından mı? Cahiliye'nin kız çocuklarını zîşuur hâlde iken toprağa gömülmelerini sağlayacak derecede vahşî olan yaşam ortamından sıkılmasından ötürü mü yoksa bu vahiyler? Hakikaten şu an gerek Kur'âncısı, gerek tarihselcisi, gerek evrenselcisi, gerekse de Sünnî ve Şiîsi olarak tüm ümmetin imân durumunu sorgulaması gerekiyor. Meselâ tarihselciler... Bir Hristiyan gelse ve dese ki:"Kardeşim ben evren(ler)i yöneten görünmez ve ölümsüz bir ilaha inanıyorum. Bu ilahın insanlarla yakından alakadar olduğuna da inanıyorum. Hatta bunun tezahürlerini bile görüyorum. Nübüvvete de inanıyorum. İnsanların yaptıklarının karşılıklarını alacakları bir hesap gününe de inanıyorum. Fakat kardeşim, şu Kur'ân neden ilahîdir bir söylesen?" O tarihselci hiçbir şey söyleyemez. Söyleyemez zira bunun sebeplerini kendisi inkâr etmiştir. O Kur'ân'a muharref bir kitap muamelesi yapmaktadır. O İslâm'ın ve Kur'ân'ın ilmini, irfanını, şeriatini velhâsıl herşeyini Cahiliye'den aldığını iddiâ etmektedir. O gaybî şeylere de inanmamaktadır. Kıssalara "ihbarat-ı gaybiye" denilmesine rağmen bu taife yine "hurafe bunlar ehehe" derler. Mustafa Öztürk denen tarihselci sapkın da, "Yav ben İmâm Maturidî'nin söylediğini söylüyom ztn hehhe" diyerek kendisini kurtarmış zannededursun, "Ravza-i Mutahhara" nâmındaki YouTube kanalında gerekli cevap verilmiştir bu iddiaya. Video sûretinde tabii. Kısa bir araştırmayla bulabilirsiniz. Gelelim Saadettin Merdin denen meczûba... Bu adam örnek aldığı şahsiyetlerin yanında bir "Junior" olarak duruyor. Önce bunu bir belirtelim. Bu adamı tanımlayın diyecek olsanız, "Mustafa Öztürk+Mustafa İsyanoğlu" derim. Bu adam slogan yapcak olsa sloganı ne olur deseniz, "El-muamelât vel-makasîdu evrensel, vel-vesaîlu tarihsel" derim.

Devam edecek.

22 Ekim 2017 Pazar

Bismillah!

Beyt’ül Hikme dokuzuncu asırda Abbasiler döneminde Bağdat’ta kurulan kütüphane ve tercüme faaliyetlerinin yapıldığı bilim merkezidir. 
Beyt’ül Hikme’nin kuruluşunu etkileyen sebepler kültür merkezleriyle diyaloğa geçilmesi, medeniyetlerin gelişmeye başlaması, farklı medeniyetlerle yaşanan tartışmalar,ilk Abbasi halifelerinin destekleri, yabancı toplulukların desteği, toplumun ilme bakış açısı olarak sıralanabilir.
Beyt’ül Hikme’nin oluşturulmasında halifeler rol oynamıştır. Beyt’ül Hikme’nin temelleri, Abbasi halifesi Mansur döneminde atılmıştır. Mansur döneminden sonra Halife Harun Reşid döneminde ise bu çalışmalar artarak devam etmiştir. Halife Me’mun döneminde ise Beyt’ül Hikme son halini almıştır. Halife Me’mun bu kuruma maddî anlamda büyük yatırımlar yapmıştır. Bu kurumun en önemli özelliklerinden biri tercüme faaliyetleridir. Beyt’ül Hikme bir tercüme ve araştırma enstitüsü, aynı zamanda bir rasathane ve kütüphane işlevi görüyordu. Bu dönemde felsefe, hendese, mûsiki ve tıp alanlarında yazılmış eserleri getirmeleri için İstanbul’a heyetler gönderildi ve İstanbul’dan getirilen bu eserler Arapça’ya tercüme edildi. Sanskritçe, Pehlevîce, Yunanca ve Suriye dillerinden eserler tercüme edildi. Huneyn b. İshak, Ya’küb b. İshak el-Kindî, Muhammed b. Mûsâ el-Hârizmî ve Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf gibi müelliflerin tercüme ve telif ettikleri eserler vasıtasıyla devrin bilimine, felsefe hayatına önemli katkıda bulunuldu. Bu tercüme çalışmaları 750 senesinden 900’e kadar devam etti. Çeviri ve araştırma faaliyetleri için âlimler himaye edildi.
Müslümanlar, 8. asırdan itibaren tıp, astronomi, siyaset, felsefe, mantık gibi ilimleri tercüme faaliyetine girişmişlerdir. Bu çeviri hareketi ile ilimler Yunan, İran-Sasani ve Hind’den İslâm ilim dünyasına, işlenmeden, eleştirilmeden ve ayıklanmadan olduğu gibi aktarılmamıştır. Bu ilimler bir ayıklama ve eleştiri süzgecinden geçirilmiş, Kur’ân ve Sünnet olmak üzere İslam ilim ve kültür potasında harmanlanmışlardır. Bu suretle Müslüman düşünür ve filozoflar, ûlûmun ve düşüncelerin bir kısmını almış, katılmadıklarını ise reddetmişlerdir.
Beyt’ül Hikme’nin sahip olduğu kitap sayısı gün geçtikçe artış göstermiş, kütüphanenin genişlemesiyle birlikte ciddî bir iş bölümü de yapılmıştır. Ayrıca kütüphane, çeşitli bölümlere ayrılarak buralara yöneticiler tayin edilmiştir.  Çeşitli iş bölümlerine hem uzman hem de yardımcı elemanlar sevk edilerek buralarda titiz ve başarılı çalışmalar yapılmıştır. Yunanca, Süryanice, Hintçe, Farsça ve daha birçok dilde yazılmış eserler Arapça’ya tercüme edilmiştir. Böylece her dili bilmeye imkânı olmayan insanlar bu eserlere tercümeler vasıtasıyla ulaşmıştır.
Rasathaneler Beyt’ül Hikme’nin bir bölümü olarak çalışmıştır. Halife Me’mun döneminde astronomlar görevlendirilmiştir. Rasathanenin kurulmasının neticesinde evvel zamanlarda sadece kütüphane ve tercüme bürosu olarak çalışan Beyt’ül-Hikme’nin faaliyet alanı genişlemiştir. Bu şekilde bu kurum tabiî ilimlerin araştırıldığı bir merkez haline gelmiştir.
Beyt’ül Hikme okulunda yetişen İslam alimlerinden ve bu kurumun yapısından batı dünyası etkilenmiştir. Hatta bu kurumun Rönesansı tetikleyen unsurlardan biri olduğu söylenebilir. İslâm ilim dünyasında çok mühim bir yeri olan bu merkez 1258’de Moğol hükümdarı Hülâgû tarafından yakılıp yıkılmıştır.
--- Baştan sona küfür ve ilhad olan bu evreni yöneten Evliya sürüsü inancı üzerinde fazla durmaya değmez. Yine binbir palavra! Bütün İslam âlimlerince Müslüman sayılmayan İsmailiyye’den, Bâtınîlik’ten bizim Pavluslara geçmiştir. Kitab’ta ve sahih hadiste,[1] ricalullah, ricalu’l-gayb, nücebâ, nükebâ, büdelâ, ümenâ, evtad, ahyâr, abdal, gavs, kutub geçmez. Gel görki bu tasavvuf dininin mensubları, itikadlarının merkezine bu inancı yerleştirmişlerdir. Bu büyük veliler çok ibadet ederek, kerûbiyyûn meleklerine benzemişler(!) Allah’a vasıl olup, O’nda fani olmuşlardır. Yani Allahlaşmışlar, O’na dâhil olmuşlardır. Ehlullah/Allah’ın ailesi olmuşlardır. Zaten O’ndan yaratılmadık mı?(!) Bu sapıklara delilinizi getirin dediğinizde diyecekleri sadece şudur; ‘Koskoca şeyhler bunlardan bahsetmişse, kendilerinin gavs, kutub olduğunu söylemişse bundan şüphe mi edilir? Bu kadar evliya yalan söyleyecek değil ya! Yani; bunların dinlerini vaz eden/ortaya koyan Allah değil, şeyhleridir.
--- Bunların anlayışına göre Allah, evreni veliler topluluğu ile birlikte, hiyeraşik bir düzenle yönetir. Üst düzey ruhani bir konsey, “el-mele’ül-a’lâ”nın kâinatı yönettiğini söylerler. Nasıl Allah dünyanın yönetimini krallara, padişahlara verdiyse, evrendeki ruhani ve manevi düzenin korunmasını bu sevdiği kullara vermiştir. Bunlar manevi düzeni korurlar, hayırları celbeder, şerleri defederler. İnsanların imdadına koşarak onlardan belaları savar, sıkıntılarını giderirler. Tıpkı antik Yunanlılarda ki aşk tanrısı Eros’un kızlara bulutların üzerinden ok atarak, kızın kalbini erkeğe bağlaması gibi. Bu Ricalullah, gizli güçlere ve sırlara sahip olup Hızır, İlyas ve Mehdinin işlerini görürler. Bunlar tayy-ı mekân yapar, suda yürür, pis murdar olanı temize, taşı-bakırı altına, şarabı-sirkeyi şerbete, necaseti bala çevirebilirler(!) [2]
--- Sayıları kırk kadar olan abdalların Suriye ve Irak’ta oturduğu söylenir. Ne hikmetse senelerce Nusayri diktatörler altında inim-inim inleyen Suriyelilere bu abdalların hiçbir hayrı dokunmamış görünüyor. Şeyh’ul-Ekber’de Şam’da medfundur. Ne hikmetse ruhaniyetleri Suriyelilere hiçbir esenlik getirmemiştir. Nukeba Mağrib ülkelerini mesken tutmuş, Nücebâ; Mısır ve Yemeni, Ahyar; Irak’ı, Kutub’ta Mekke de bulunmaktaymış(!) Bu kutub hazretleri de ne hikmetse kutub inancını küfür sayan Vehhabilerin yurdunu çok sevmiş olmalı, ya da bu müşriklerin şerrinden kaçıp, oraya sığınmış olmalıdır.
--- Bu müşriklere Allah evrenin yönetimini şöyle taksim etmiştir.
*Gavs, Kutub ya da kutb’ul-aktab; Allah’ın nasutu, insan şeklindeki tecellisi,
*İmâmân; kutbun yardımcılarıdır. Biri melekût âlemini, diğeri mülk âlemini yönetir.
*Abdâl, budelâ; birbirlerinin yerine aynı şekil ve görünümde geçerler, diledikleri zaman diledikleri yere giderler. Bunlar antik yunan mitolojisindeki Zeus, Apollon, Afrodit gibi evrenin kozmik işleyişine müdahale eden tanrı ve tanrıçalardır. Bol yağmur yağdırırlar, zâlimleri cezalandırırlar, belaları kovarlar. Bunlar Allah’tan ne dileseler asla geri çevrilmez. İbn-i Arabî’ye göre Allah evrenin yedi bölgesini yedi abdal ile korur. Yedi semanın ruhaniyeti bu kimselere bağlıdır. Her biri de gücünü yedi semada oturan İbrahim, Musa, Harun, İdris, Yusuf, İsa ve Âdem gibi yedi peygamberden alır. [3]
*Nüceba/soylular; sayıları yetmiş kadardır. Bunlar insanları ıslah etmeye, insanların sıkıntılarını gidermeye çalışan erenlerdir.
*Nukebâ; sayıları üç yüzdür.
*Ayrıca, rucebâ, ümenâ, kırklar vardır. Ayrıca her gurubun bir lideri de bulunur. Hatta sular bile unutulmamıştır. Ricalu’l-Mâ; denizlerin ve nehirlerin diplerinde yaşayan ve oralarda Allah’a ibadet eden bir topluluktur. Ayrıca; ıssız çöllerde, vadilerde yaşayan Ricalu’l-besais vardır ki bunlar bir an görünüp, hemen kayboluverirler. Nasıl amma orta çağın sufi dünyası!
--- Mevlana bir gün kaplıcaya gider. Orada bir azgın dere varmış. İçinde de ‘Su Issı/su tanrısı’ yaşarmış. Her sene bu tanrı birkaç kişiyi suya alıp boğarmış. Mevlana bunları işitince hemen sarığıyla, cübbesiyle dereye dalar. Bu “Su Issı”nı Müslüman yapar. Birazdan bu su tanrısı/canavarı çıkar, bundan sonra biz de Mevlana’nın kullarıyız, o bize iman ve irfan öğretti der. Bir daha adam kapıp, boğmayacağına tövbe eder. Mevlana da; “bu su tanrısı ve diğerleri, biz hak âşıkların kullarıdır” [4] diyerek hayali su perisini imana getirdiğini ilan eder(!)
--- Bu ricalullah/Allah’ın adamları, yiğitleri, erenleri Cebrail, Mikail, İsrafil ve Müdebbirat gibi meleklerin vazifelerinin bir benzerini yaparlar. Ayrıca bu ricalullah’ın bir kısmı mülk ve şehadet âleminde, diğer bir kısmı da; gayb ve melekût âleminde tasarrufta bulunur.
Bu ricalullah, ilahlar sürüsü epey kalabalık. Bu sapıklık ilk sufilerde yoktur. İlk defa Kettani (Ö.H.322)’de rastlanır. Sonra sufi müfessirlerden Sülemî kitabına alır. Sülemî; tefsirinde, bir felaket anında kulların dua merciinin evtâd olduğunu söyleyecektir. [5] Yani artık daraldığınızda Allah’a değil, bu yeni tasavvuf dininin aracı ilahlarına koşmalısınız! Öyle ya, Allah her zaman rahatsız edilmez! Sonra o güne kadar islamın dışında olan tasavvufu, islama dâhil eden Gazali şöyle diyecektir; Allah’ın öyle kulları vardır ki, nübüvvet sona erince peygamberlerin yerini evtâd/arzın direkleri alırlar. Onlar ibadetlerinden dolayı değil, tasavvufi yaşantılarıyla bu hallere yükselirler.
--- Hatemu’l-Evliya teorisini ilk ortaya atan Hâkim et-Tirmîzi (Ö.H.320) işi biraz daha ileri götürür. Kendisini Hatem’ül-Evliya olarak niteler. Kendisinden sonra ehl-i beyt’ten kırk adet abdal/budelâ’yı kâinatın yönetimine dâhil eder. Çünkü kendisi de şiidir. Madem ehl-i beyt’tendir, öyleyse kabul edelim!
Her zaman en büyük sapıklık, şeyhlerin en büyüğü, İbn-i Arabî’ye kalır. Batlamyus kozmoğrafyasını esas alarak kozmik yönetimi irili ufaklı binlerce ilahla doldurur. Koca şeyh yanılacak değil ya! Ömrünün sonuna kadar teheccüd namazı kılmış! Eh teheccüd hatırına kabul edersiniz!
Abdulaziz ed-Debbağ ‘İbriz’ adlı kitabında; bir ilahlar sürüsünün yılda bir kez Hira mağarasında toplanıp, bir yıl içinde olacak işleri kararlaştırdıklarını ve bir Divan/hükümet toplantısı yaptıklarını söyler. Güya; gavs’ın başkanlığında tüm ricalullah toplanırmış. Melekler gelir, ölmüş veliler gelir, arasıra peygamber de uğrar. 24 saat süren bu toplantı Süryanice kayda alınır. Gavs evinden bile bu toplantıyı idare edebilir. Oraya istediği surette ruhen gidebilir. Her şey karara bağlanır, takdir edilir tartışılır. Bu masallar yalnızca orta çağdakilerde yoktur. Günümüzde yaşayan Ahmed Hulusi gibileri de, bu ricalül-gayb’ın, âlem hakkında alınan kararlarda söz sahibi olduğunu, âlemin idaresini üstlendiklerini söylemektedir.[6] Yine okuma yazması olmayan Çoban Hacı Halis Kestane’de böyle arşın üstünde hükümet toplantılarına katılmakta, ab-ı hayat suyunda abdest almakta, sabah namazını Kâbe imamının arkasında topluca kılmaktadır.[7] Allah kabul etsin mi diyelim, yoksa Allah şifa mı versin diyelim, bilemiyorum.
Bu sapık inanç tamamıyla yunan felsefesinden, mitoslarından, irili ufaklı tanrıların hiyeraşik evren yönetiminden ve tüm âlimlerce kâfir kabul edilen Batınîlerden, Karmatîlerden aynen sufiliğe geçmiştir. Çünkü bu gayb ricali, Şiilerin kaybolan imamlarına çok benzer. Çok şükür bu dine hala katılmamış bir avuç hakiki muvahhid Müslüman benim gibi var. Çoğu ise atalarının dinine çoktan uymuşlar.
--- Gerçekten hala bu tarikatçılarda bir hikmet kırıntısı buluyor musunuz? Buluyorsanız gerçekten siz Allah’ı yegâne ilah, yegâne rab olarak kabul ediyor musunuz?
--- Bu evliya kültü tamamıyla, Şamanlıktaki ‘Kam/şaman’, Budizm’deki ‘Arhant’, Hristiyanlıktaki ‘Aziz’ kültünün İslama geçmiş şeklinden başka bir şey değildir.[8]

Bu bölümde Kur’an’daki “cin/şeytan” kelimelerine geçmeden önce bizlerin ufkunu açacağını umduğum, geleneksel kalıplardan sıyrılmamızı sağlayacak önemli konuya değinmek istiyoruz. O da kısa ve net olarak şudur; Kur’an da zikredilen, “cinler, şeytanlar ve insanlar” kafirlerdir ve bu kafir kişiler “el-insan” kelimesinin geçtiği 63 yerin hemen hemen tamamında, “şeytanlar” kelimesinin geçtiği yerlerin tamamında, “şeytan” kelimesinin geçtiği yerlerin en az üçte ikisinde ve “cin” kelimesinin geçtiği yerlerin yarısında söz konusu bu kafir insanlar için kullanılmıştır. Cin/şeytan ayetlerine geçmeden önce insanlar ile ilgili ayetleri metinsel ve tarihsel bağlamıyla ele almak istiyoruz.

Kur’ân’da altmış beş yerde insan, on sekiz yerde ins, bir yerde de insî geçmektedir. Ayrıca bir âyette enâsî, 230 yerde nâs şeklinde çoğul olarak yer almaktadır.[1]
İnsan daha ziyade insan türünü ifade etmek için kullanılıyorsa da Kur’an’da bu kelime kesinlikle pejoratif anlamda kâfirler (nankörler) Allah’ın sayısız nimetlerini görmezden gelip, Rablerini unutmuş kimseler için kullanılmıştır. “نَسُوا اللَّهَ فَأَنْساهُمْ أَنْفُسَهُمْ / Allah’ı unuttular, bu yüzden Allah da onlara kendilerini unutturdu!” [Haşr; 59/19] ayetinde çok güzel belirttiği gibi insan kelimesi, rabbini unutan anlamında kullanılmıştır. 65 ayetin hemen hemen hepsinde bu manada kullanılmıştır. Doğal olarak insanların bir kısmı mümin, bir kısmı kâfir olur. Haliyle bu kelime beşer, Âdemoğlu anlamında kullanılmamıştır. Örneğin Zeccâc’a göre; “كانَ الْإِنْسانُ أَكْثَرَ شَيْءٍ جَدَلًا” [18/54] ayetindeki insan kâfir biridir. Buna delil olarak “وَيُجادِلُ الَّذِينَ كَفَرُوا بِالْباطِلِ” [18/56] ayetini getirir. “أَكانَ لِلنَّاسِ عَجَباً أَنْ أَوْحَيْنا إِلى رَجُلٍ مِنْهُمْ” ayetindeki insanlar da Mekke’nin kâfirleridir.[2] Nas kelimesinde de durum aşağı yukarı böyledir. Nâs kelimesiyle ya kâfirlere hitap edilmiştir. Dolayısıyla ayetin muhatapları Mekkelilerdir, ya da ayet Medenî bile olsa mevzu kâfirlerdir.
İbn Abbas’tan nakledildiğine göre İnsanın insan olarak isimlendirilme nedeni Allah’a verdiği ahdini unutmasıdır. Şair şöyle demiştir; “sen insan olarak isimlendirildin, çünkü sen ahdini unuttun” demiştir.[3]
وَلَقَدْ عَهِدْنَا اِلٰى اٰدَمَ مِنْ قَبْلُ فَنَسِىَ”/Biz Âdemle daha önceden ahidleşmiştik. Ne var ki Âdem verdiği sözü unuttu.” [20/115]; “فَذُوقُوا بِمَا نَسٖيتُمْ لِقَاءَ يَوْمِكُمْ هٰذَا” /Bugün bizimle karşılaşacağınızı unuttuğunuzdan dolayı tadın bakalım azabı!” [32/14] ayetlerindeki gibi. Allah’ı unutanları o gün, Allah da unutacak! Kısaca Kur’an’da geçen insan ve insanlar tüm insan nesli için kullanılmamış, Allah’ı ve insan olmanın ağır sorumluluğunu unutmuş kimseler (kâfirler) için kullanılmıştır. O’nun sayısız nimetlerine karşı küfran-ı nimette bulunmuş, onları görmezden gelmiştir.
Kur’an’da marife gelen tüm “el-insan” kelimeleri yalnızca kâfirler için kullanılmıştır.[4] “el-insan” lafzı ayetlerde genel olarak vahye karşı muhalif tavır alan kişileri ifade etmek için kullanılır.[5]
Kur’an’da normal insan için, Âdemoğlu için “beşer” kelimesi kullanılmıştır. “Ben bir beşer rasulüm!” [17/93] Bu kelime hem müzekker, hem de müennes için kullanılmış olup, bu kelimenin çoğulu da yoktur.[6]
Yine “Yâ eyyühe’n-nâs/Ey İnsanlar” ifadesi de ister Mekkî, ister Medenî surelerde bulunsun müşrikler için kullanılmıştır.[7]
Kureyş’in Zındıkları
1- Ebû Süfyân b. Harb (Müslüman oldu),
2- Ukbe b. Ebî Muayt (elleri bağlanıp boynu vuruldu),
3- Übeyy b. Halef (Rasulullah onu Uhud günü mızrakla yaraladı daha sonra öldü),
4- Nadr b. Hâris b. Kelde (Rasulullah ellerini bağlatıp boynunu vurdurdu),
5- (Hz. Peygambere Öğretilmiş Mecnûn ve Ehli Kitaptan öğrenip bize getiriyor diyen) Münebbih b. Haccâc ve Nubeyh (Nebîh) b. Haccâc (Bedir’de öldürüldüler),
6- ‘Âs b. Vâil,
7- Velid b. Mugîre.[8]
8- Sahr b. Harb, Ebû ‘Izze (Amr b. Abdullah el-Cumahî Bedir de esir alınmış, Peygambere saldırmayacağına dair kendisinden söz alınmış, fakat tekrar Uhud’a gelmişti. Uhud’ta Rasulullah tarafından boynu vuruldu.) Bunlar Zındıklığı Hîre Nasranîlerinden öğrenmişlerdi. Bunların içinde Ebû Süfyan’dan başkası Müslüman olmadı.[9]
Ayrıca bu gruptakilerin geneli Kureyş’in Dehri/Zındık kitlesini de oluşturdukları için[10] İslam davetine muhalefet ve düşmanlıklarının şirk inancı dışında dinî, fikrî bir boyutu da bulunmaktaydı. Kur’an muhalefetin sertleşmeye başladığı andan itibaren bunlara karşı sert bir üslupla birlikte isimlerini vermeden kâfir,[11] zalim, fasık, mücrim, azgın, yalancı, şeytan, nankör gibi sıfatlar kullanarak, “Allah’ın düşmanları” olarak niteleyerek onları cehennem azabıyla müjdelemiştir.
**
Şeytan; Her bir mütemerrid’in ismidir. Ebû Ubeyde “كل غَالب متمرد من الْجِنّ وَالْإِنْس وَالدَّوَاب فَهُوَ شَيْطَان” Gerek cinden, gerek insten ve gerekse hayvandan olsun her bir galip (üstün gelen, baskın olan, zorba) mütemerrid (isyankar, âsi, dik kafalı, serkeş, azgın, sapkın, inatçı) şeytandır. [12]
Kur’an’da 65 yerde “el-insan: vahyin nüzulüne tanık olan muhatapların çok iyi bildiği o kimse” şeklinde marife olarak geçen bu kelime –birkaç yer hariç- kâfirler için kullanılmıştır. Bu önemli ayrıntıyı bazı müfessirler bundan binlerce yıl önce tesbit etmişlerdir. Yani bu yeni bir iddia ya da; önemli keşif de değildir.
Mâverdî’de; “قُتِلَ الإنسانُ ما أكْفَرَه /Geberesice, o insan ne nankördür!” [80/17] ayeti hakkında şöyle der; “buradaki “el-İnsan” ile ilgili üç görüş vardır; Birincisi; -Mücahid’in görüşü olan- bununla her bir kâfire işaret edilmiştir. İkincisi Ümeyye b. Halef’tir. Üçüncüsü; Utbe b. Ebî leheb’tir.[13] “يا أيها الإنسان ما غّرَّك بربِّكَ الكريم ” [82/6] Buradaki “el-insan” ile ilgili üç görüş vardır; Birincisi; onunla her bir kâfir kastedilmiştir; İkincisi; Übeyy b. Halef’tir, Üçüncüsü; Ebu’l-Eşyed b. Kelde b. Esed el-Cumâhî. [14] İmam Maturîdî, “وَخُلِقَ الْإِنْسَانُ ضَعِيفًا”/İnsan zayıf olarak yaratıldı”[4/28] ayetinin tefsirinde bununla bilinen bir kâfirin kastedilmiş olabileceğini söyledikten sonra; “Kur’an’da “el-İnsan/marife/bilinen o insan” kelimesinin zikredildiği her bir yerde bir kâfirden bahsedilmiştir” der.[15] “يَا أَيُّهَا الْإِنْسَانُ مَا غَرَّكَ بِرَبِّكَ الْكَرِيمِ /Ey Kâfir insan! Son derece kerim olan rabbine karşı seni gururlandıran şey nedir?” [82/6] “Allah burada her ne kadar tek bir insana hitap ediyorsa da, o insanla amaçlanan şey her bir mağrur insan ve her bir kâfirdir.” [16] “وَكَانَ الْإِنْسَانُ قَتُورًا /O insan zaten çok cimridir.” [17/100] Bu sıfatın her bir kâfirin sıfatı olması mümkündür.[17] “مَنَّاعٍ لِلْخَيْرِ /Her türlü hayrı engelleyen” [50/25] Bazı yorumcular bu kimsenin Velid b. Mugîre’nin olduğunu söyleseler de, bu sıfat her bir kâfirin adetidir. Sadece bir kâfire tahsisinin anlamı yoktur. [18]
“Allah, (o nankör) insanı bir kan pıhtısından yarattı.” [Alak 96/2] “O Allah ki, o insana bilmediklerini öğretmiştir. Bütün bunlara rağmen (o kâfir) insan yine de fütursuzca azar.” [Alak, 96/5-6]
Şimdiye kadar Alak suresinin ilk beş ayetinin ilk nazil olan ayetler olduğunu biliyorduk. Oysa yeni yapılan akademik çalışmalar sayesinde bunun böyle olmadığını öğrendik. İlk nazil olan ayetlerin hangileri olduğuna dair üç görüş bulunmaktadır. Birincisi; Buhari ve Müslim’in Hz. Aişe annemizden naklettikleri rivayettir. Buna göre nazil olan ilk ayetler Alak Suresinin ilk üç veya beş ayetidir. Yine İkincisi; Yine Buhari ve Müslim’in Cabir b. Abdillah’tan naklettiği Müddesir Suresinin ilk üç veya beş ayeti olduğuna dair rivayettir. Üçüncüsü ise Beyhakî, Salebî, Vahıdî, İbn-i İshak ve Belazurî gibi alimlerin Tabiûn’dan Ebû Meysere’den mürsel olarak naklettikleri rivayettir ki, bu rivayete göre ilk nazil olan ayetler Fatiha Suresidir. Birinci görüşün genel kabul görmesi Buhari ve Müslim’in mutlak otorite kabul edilmesinden kaynaklanmıştır.
Oysa Alak Suresindeki ilk beş ayetin anlam bakımından ilk ayetler olması mümkün değildir. Zira bu ayetlerde iki defa geçen “el-insan” zalim, kâfir, nankör bir kâfirdir. Kur’an’da altmış küsur yerde geçen “el-insan” tek bir yerde olsun müspet sıfatlarla kullanılmamıştır. Mesela Kurtubî Alak suresinin baştan sona Ebu Cehil hakkında nazil olduğunu belirtir.[19] Hem sonra baştan sona şirke batmış cahiliye toplumuna ilk olarak “oku” emrinin verilmesi de mantıksızdır. Üstelik ümmi bir toplum olan ve şifahi kültürden beslenen bu toplumun bir üyesi olan peygambere ilk ayetlerde kalemle öğretmekten bahsetmesinin anlamı da yoktur. Peygamberimiz bu emirden sonra okuma-yazma seferberliği de başlatmamıştır.
İlk inen ayetler Fatiha suresidir. Buradaki insan [82/6-7] ayetlerde geçen “Yâ eyyühel insan!” ifadesinin bir benzeridir. “Ey kâfir insan! Neydi seni cömert rabbin hakkında aldatan? O değil mi seni yaratan? O değil mi, seni şekillendirip tüm uzuvlarını yerli yerinde bir insan haline sokan?” şeklinde bu surede geçen “kerim/cömert rab” ifadesi aynı şekilde Alak suresinde de “ekrem rab” olarak geçmiştir. İnfitar suresinde kâfir Üseyd b. Kelde[20] Velid b. Mugîre veya Esved b. Şerîk hakkında nazil olduğu[21] gibi bu suredeki kâfir de Ebû Cehil’dir. Buradaki “el-insan”nın alaktan yaratılması, ona bilmediğinin öğretilmesinin amacı da informative/ bilgilendirmek de değildir. Bu surede Ebu Cehil’e biyolojik/fizyolojik açıdan ne kadar aciz ve basit olduğuna dikkat çekilmiştir. Bu nankör kâfirin konuşan dili, kalem tutan eli de dahil olmak üzere sahip olduğu her bir şeyin, yine Allah tarafından ona verildiği ifade edilmektedir. Tıpkı [Rahman, 55/3-4] “allemehü’l-beyan” ifadeleri gibi. Allah ona kalemle yazı yazmayı ve düşüncesini ifade etmeyi öğretti, gibi. Yine “Mekke ve havalisinde benden daha kerim (şerefli, değerlisi) yok” diyen Ebu Cehil’e “kerimlik sana değil, Allah’a aittir.” denilmektedir. “ذُقْ إِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْكَرِيمُ /Tat bakalım azabımızı, hani sen dünyada iken çok şerefli, değerli (kerim) biriydin ya!” [Duhan, 44/49] ayetindeki kerim kişinin de Ebu Cehil olduğu tefsirlerde geçmektedir.[22] “Bu vadinin en azizi ve en kerimi benim” diyen nankör kâfir![23] İzzet, şeref kim, sen kim? Anlamında bu ayette bu kimse istihfaf ve istihza edilmektedir. İşte bu kibirli kâfire haddi bildirilmekte, kendisinin adi bir sudan, bir kan pıhtısından yaratıldığı beyan edilmektedir. İlk inen ayetler Fatiha suresidir ve ilk nazil olan ayet besmeledir.[24]
“(Şu kâfir/nankör) insan var ya, rabbi onu (sağlık, afiyet, mal-mülk gibi zenginliklerle) sınadığı zaman, ‘Rabbim bana hak ettiğim lütufta bullundu’ der.” [Fecr, 89/15] “Cehennemin getirildiği gün, o (kâfir/nankör) insanın aklı başına gelecek, ama iş işten geçtiği için bunun faydası olmayacak.” [Fecr, 89/23] Bu kâfir Ümeyye b. Halef’tir. [25] Fecr Sûresi zaten baştan sona Mekke kâfirlerinden bahsetmektedir.[26]
“O bilinen kâfir insan muhakkak hüsrandadır.” [Asr, 103/2] İbnü’l-Cevzî bu insanın Ebû Leheb b. Abdiuzzâ adlı kâfir olduğunu söyler.[27]
“(Kâfir) insan rabbine karşı gerçekten çok nankördür. Üstelik nankör olduğuna kendi vicdanı da şahittir.” [Âdiyât, 100/6-7] Bu kâfir Kurd b. Abdullah’tır.[28]
“Kâfir insan her ümit ve beklentisinin gerçekleşeceğini mi sanıyor? [Necm, 53/24] Bize şefaat edilecek, Ahirette bundan daha güzeli verilecek diyen kâfirler veya “Bana mutlaka mal ve evlat verilecek” diyen Velid b. Mugîre hakkında nazil olduğu rivayet edilir.[29] Veya Nadr b. Haris’tir.[30]
“İnsan için ancak çabasının karşılığı vardır.” [Necm, 53/39] Bu ayetin öncesinde Velid b. Mugire’den bahsedilmektedir.[31]
İnkâr edenler iman edenlere, “Yolumuza uyun da sizin günahlarınızı yüklenelim” derler. [29/12] Bu ayetin tefsiri sadedinde Kelbî ve Mukatil’den nakledilen bir rivayet şöyledir; Ebû Süfyan Kureyş’ten iman eden birine “Bizim dinimize tabi ol, biz Allah’tan sana gelecek her bir şeyin sonucuna kefiliz.” deyince nazil olmuştur.[32]
Yine bunun bir benzeri hadise olmuştu. Şöyle ki; rivayete göre Velid b. Mugîre Müslüman olmaya karar vermişti. Başka bir kâfir; “Ben senin günahlarını yüklenirim deyince “Hiç kimse başkasının günahını yüklenmez” [Necm, 53/38] ayeti nazil olmuştu.[33] İşte devamındaki bu ayet; “O kâfir insana ancak yaptığının karşılığı var (yaptıkları karşılıksız kalmayacak) [Necm; 53/39] diyerek Velid ikaz edilmiştir.
“Geberesice! Canı çıkasıca! O kâfir insan[34] ne kadar da nankördür! Acaba hiç düşündü mü ki Allah onu nasıl bir şeyden yarattı?! …” [Abese, 80/17-8] İbn Abbas’ın bildirdiğine göre bu kâfir Ebû Leheb’in oğlu Utbe’dir.[35]
“O kâfir insan[36] yiyip-içtiği şeye (nerden geldiğine ibretle) bir baksın! [Abese, 80/24] Bu kâfir, Ukbe b. Ebî Leheb’tir. [37]
“Ne o, yoksa (o kâfir) insan toprağa karışıp, çürüyen kemiklerini bir araya getiremeyeceğimizi mi sanıyor? Yoo! Değil biz onun kemiklerini bir araya getirmek, parmak uçlarını bile bir araya getirmeye kadiriz.” [İnsan, 75/3-5] Bu kâfirin Adiyy b. Ebî Rabîa, Ahnes b. Şerik ya da Ebu Cehil hakkında nazil olduğuna dair rivayetler vardır. [38]
“Biz (o kâfir) insanı en güzel şekilde yarattık. Sonra onu (yaratılış amacına uygun davranmadığı için) aşağıların aşağısına (cehenneme) çevirip attık.” [Tîn, 95/4] Bu insanın Velid b. Mugîre, Kilde (Kelde) b. Üseyd[39], Ebû Cehil b. Hişam, Utbe b. Râbia ve Şeybe gibi müşrikler olduğu İbn Abbas, Atâ tarafından ifade edilmiştir.[40]
“Yoksa o kâfir onun kemiklerini bir araya getiremeyeceğimizi mi sanıyor?” [Kıyamet, 75/3] “Kıyamet kopunca “işte o kâfir insan, yok mu kaçacak bir delik diyecek!” [Kıyamet, 75/10] İbn Abbas’a göre bu insan öldükten sonra dirilmeyi ve hesabı inkar eden kâfir kimsedir. [41] “O gün o kâfir insana yaptığı ve yapması gerekirken yapmadığı bütün işler tek tek sorulacak. Hatta o kendi aleyhine şahitlik edecek.” [Kıyamet, 75/13-4] “(O kâfir) insan, o gün başıboş bırakılacağını mı sanıyor?” [Kıyamet, 75/36] Kıyamet suresindeki “el-insan’ın kâfir olduğu zaten çok nettir. Bu konuda bütün müfessirler de aynı kanaattedir.
“Andolsun (ahiretin mevcudiyeti hususunda şüpheleri olan o kâfir) insanı biz yarattık. Bu yüzden onun içinden geçenleri (en iyi biz) biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.” [Kâf, 50/16] Ayetin bağlamı tekrar diriliş ve onu inkar eden kavimler hakkındadır. Biz ölü beldeyi bir yağmurla diriltiriz, kıyamet günü de diriliş bunun gibi olacak. Sizin gibi önceki kavimler de (ahireti haber veren) peygamberleri yalanladılar. Biz o müşrikleri ilk yaratmada zorlanmadık da, ikinci yaratılışlarında mı zorlanacağız? Gel gör ki, o kâfirler yeniden, yepyeni bir şekilde yaratılış hakkında derin bir şüphe içindedirler. [50/11-15]
“Biz o kâfir insanı güçlü kuvvetli yarattık. (Biz ona böyle bir kudret verdik diye) O kâfir/nankör insan, “Kimse benim bileğimi bükemez” mi sanıyor? Üstelik ben (İslam’a karşı) yığınla harcadım.” [Beled, 90/4-5] Bu güç kuvvet gösterisinde bulunan kâfir Kelbî’ye göre; Kureyş’in en güçlü kimselerinden olan Ebu’l-Eşed (Ebu’l-Eşeddeyn) Üseyd b. Kelde el Cumahî’dir.[42] İbnü’l-Cevzî ise bu kâfirin Haris b. Amr Benî Nevfel olduğu nakleder. [43]
[Târık, 86/5-7] “(Öldükten sonra tekrar dirilmeyi yalanlayan, Allah’ın ölüleri tekrar diriltmeye kadir olduğunu inkar eden[44]) o kâfir insan neden yaratıldığına bir baksa ya! İşte o (ana rahmine atılan) bel ve göğüs arasında çıkan bir (damlacık) sudan yaratıldı. İbnü’l-Cevzî bu kâfirin Ebû Tâlib b. Abdilmuttalib olduğunu söyler. [45]
“(Şu kâfir insan) kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmez mi? Ki, şimdi kalkmış bize açıkça meydan okuyor.” [Yasin, 36/77] Katade ve Mücahid’e göre bu kâfir; Ubeyy b. Halef, Said b. Cübeyr’e göre ise Âs b. Vâil’dir.[46] İbn Hişam’da bu kâfirin Übeyy olduğunu nakleder.[47]
“(O gün zalim müşrik kimse pişmanlıktan ellerini ısıracak ve şöyle diyecek; Keşke ben de Peygamberin yolundan gitseydim. Keşke o falanca şeytanı (Übeyy b. Halef’i) dinlemeseydim.) Demek ki şeytan insanı yalnız ve çaresiz bırakırmış.” [Furkan, 25/29] Bu ayetteki şeytan tefsirler göre; Ubeyy b. Halef, el-insan/kâfir kimse de; Ukbe b. Ebî Muayt’tır. Ukbe bazen Peygamberimize gider ve Kur’an dinlerdi. Bu Ubeyy’in kulağına gitti ve arkadaşına “Muhammed’le oturduğun, onu dinlediğin bana ulaşmadı mı sanıyorsun? Bir daha onunla oturur, onu dinlersen senin yüzüne tükürmezsem yüzüm sana haram olsun” diye yemin etti.[48]
“O kâfir insan ben öldükten sonra diriltileceğim, Öyle mi? Der.” [Meryem, 19/66] Bu kâfirin de Âs b. Vâil, Velid İ. Mugîre ya da Übeyy b. Halef olduğuna dair rivayetler vardır.[49] “Peki o (müşrik) hiç düşünmez mi ki, vaktiyle kendisi yokken bizim onu yarattığımızı? Rabbine andolsun! (Sadece onu ikinci kez yaratmayacağım) Tüm kâfirleri ve (onların dünyada akıl hocaları olan) şeytanları ile bir araya getireceğim. Sonra da onları cehennemde[50] diz çökmüş olarak bulunduracağım.” [Meryem, 19/67]
“İnsana bir sıkıntı dokundu mu, gerek yan üstü yatarken, gerek otururken, gerekse ayakta iken (her hâlinde bu sıkıntıdan kurtulmak için) bize dua eder. Ama biz onun bu sıkıntısını ondan kaldırdık mı, sanki kendisine dokunan bir sıkıntı için bize hiç yalvarmamış gibi geçer gider. İşte o haddi aşanlara, yapmakta oldukları şeyler, böylece süslenmiştir.” [Yunus; 10/12] Bu ayetteki “el-İnsan” siyak ve sibaka bakıldığında bunun kâfir/nankör bir insana karşılık geldiği görülebilir. Nadr b. Haris hakkında nazil olduğu söylenmiştir.[51] Bazıları ise Ebu Huzeyfe İbnü’l Mugîra (Ebû Huzeyfe b. Abdullah) hakkında hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir.[52]
“(Kâfir) insan sanki iyi bir şey istermişçesine kendisi için kötülüğü ister. Çünkü kâfir insan çok acelecidir.” [İsra, 17/11] Bu kâfir “Allah’ım! Eğer bu Kur’an senin katından gelmişse, haydi o zaman başımıza gökten taş yağdır.” [Enfal, 8/32] diyen Nadr b. Haris’tir.[53]
“Ey Peygamber! Kullarıma söyle! Sözün en doğrusunu söylesinler! Çünkü şeytan insanın apaçık bir düşmanıdır” [İsra; 17/53]
Buradaki şeytan bir insî şeytan olmalıdır. Kelbî’nin naklettiğine göre; anlam şöyledir; “Buradaki kullar Allah’ın halık/yaratıcı olduğunu itiraf etmekle birlikte, putlara da hala ibadet etmeye devam eden müşriklerdir. Bunlar Allah’a iman ettiklerini söylemekle yetinmesinler! Kelime-i tevhidi de yani Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığını da söylesinler. Hz. Muhammed’in nübüvvetini ikrar etsinler. (Etsinler de sözün en güzelini söylemiş olsunlar!)[54] İşte bu kullarım (kimseler) şeytan tabiatlı kimseleri dinlemesinler. Çünkü şeytan bu insanların apaçık düşmanıdır. Onların gerçek bir mümin olmalarını istemez. Buradaki “ibâd/kullar/köleler” ile Allah’ın rububiyeti arasında da bir münasebet vardır. Çünkü Kur’an müşriklerin zihin formatları üzerinden muhataplarına hitap ederek; “Efendi-köle sembolizmi içinde- Allah rab, insanlar ise ibâd/köleler şeklinde takdim edilmiştir. Yani; ibâd kelimesi sadece müminlere hasredilemez. Bunun Kur’an’da pek çok örneği vardır. Başka bir rivayete göre bazı kâfirler Ömer’e sövmüşlerdi. Allah Ömer’e onları affetmesini emretti.[55] Çünkü şeytan tabiatlı biri Müslümanlar ile Allah’ın rububiyeti kabul etmekle birlikte henüz iman etmemiş bu insanların (kâfir kimselerin) arasını açmak istemekte olabilir. “Şüphesiz ki şeytan onların arasını açmak ister, aralarına niza‘ koymak ister.” [17/53] Çünkü kavganın olması, bu kimseleri Müslümanlardan uzaklaştıracaktır.
“Müşrik insan işte böyle nankördür.” [İsra, 17/67] Bu insan (denizde bir tehlikeyle yüzyüze geldiğinde Allah’a canı gönülden beni kurtar diye yalvaran, karaya çıkınca da küfrüne kaldığı yerden devam eden) kâfirlerden biridir.[56]
“Biz o nankör ve kâfir insana (el-insan) bir nimet bahşettiğimizde (şükür ile mukabele edeceği yerde) yan çizer. Başına bir dert gelince de (sabır ve tevekkül göstereceği yerde) tamamen ümitsizliğe düşer.” [İsra, 17/83] İbn Abbas’a göre bu kâfir Velid b. Mugîre’dir.[57]
“Doğrusu (kâfir/nankör) insan cimri mi cimridir.” [İsra; 17/100] Ayetin bağlamı yeniden dirilmeyi inkar eden kâfirlerdir.
Eğer (biz o kâfir/nankör) insana tarafımızdan bir rahmet tattırır, sonra o nimeti geri alırsak o, son derece ümitsiz, son derece nankör olur.” [Hûd; 11/9] Buradaki insan Velid b. Mugîre’dir denilmiştir. Ve yine Abdullah b. Ebî Ümeyye el-Mahzûmî’dir de denilmiştir. İbnü’l-Cevzî ise Utbe b. Rabîa’dır, der.[58] “el-insan” tüm kâfirler için yaygın olarak kullanılan, tümünü kapsayan bir isimdir.[59] Zaten bu insan ayette de belirtildiği üzere son derece kefûr’dur, nankördür; küfran-ı nimet anlamında kâfirin önde gidenidir.
Şeytan (kıskançlık duygusu) insan için çok yaman bir düşmandır.” [Yusuf; 12/5] Burada insan/lar Yusuf’un kardeşleridir. Yusuf’u kıskanan kardeşler/insanlar olumsuz anlamda kullanılmış. Allah’ın taksimini beğenmeyip, O’nun nimetlerine şükretmeyen nankör/kâfir anlamında.
Andolsun, biz insanı kurumuş balçıktan, Cân’ı (cinleri) de ateşten yarattık” [Hicr, 15/26-7] Kur’an’da ins ve cinler devamlı surette menfi anlamda kullanılmıştır. İnsan Allah’a verdiği sözü unutmuş (nisyan, bu yüzden de insan olarak tesmiye edilmiştir), topraktan yaratıldığını unutup, şeytan gibi kibir ve gurura kapılmıştır. Burada insanın veya cinlerin biyolojik kökenine dair bir bilgilendirme yoktur. Ateş ve toprak birer metafordur.
“O kâfir insan (kendisine hastalık, fakirlik gibi bir hal arız olunca) hemen rabbine el açıp yalvarır…” [Zümer, 39/8] Mukatil bu ayetin Ebû Huzeyfe b. Mugîre b. Abdullah hakkında nazil olduğunu söyler.[60]
“O kâfir insan (kendisine hastalık, fakirlik gibi bir hal arız olunca) hemen bize el açıp yalvarır. Fakat ona katımızdan bir lütufta bulunduğumuzda da “Bunu ben kendim kazandım, kafayı kullandım” der” [Zümer, 39/49] Bu kâfir kimse Kârûn’un söylediğinin bir benzerini söylemektedir. “Kârûn, ‘Bunlar bana bendeki bilgi ve beceriden dolayı verilmiştir’ dedi.” [Kasas; 28/78] Yani aynı zihniyetin temsilcileri. Müfessirler bu ayetin Huzeyfe b. Mugîre hakkında nazil olduğunu nakleder.[61]
“Kâfir insan mal-mülk istemekten bıkmaz…” [Fussilet, 41/49] Bu insanın kâfir olduğu zaten ayetin devamından açıkça anlaşılmaktadır. “Başının dara düşmesinden sonra kendisine tarafımızdan bir rahmet tattırsak mutlaka ‘Bu benim hakkımdı, Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Rabbime döndürülürsem de, O’nun yanında benim için daha güzeli vardır’ der.” [41/50] Bu ayet Velid b. Mugîre veya Utbe b. Rabîa ve Şeybe b. Rabîa ve Ümeyye b. Halef hakkında nazil olmuştur.[62]
“Biz kâfir/nankör insana ne zaman (mal-mülk) lütuflarda bulunsak, iman ve itaatle şükretmekten yüz çevirir…” [Fussilet, 41/51] Bir önceki ayette değinilen kâfirdir. İbnü’l-Cevzî bu kimsenin Utbe b. Rabîa olduğunu söyler.[63]
“Müşrikler tuttular, Allah’ın kimi kullarını (melekleri) ondan bir parça olarak nitelediler. Doğrusu müşrik insan çok nankördür.” [Zuhruf, 43/15] Bu insanın küfrünü izhar eden bir kâfir olduğunu zaten ayet söylemektedir.
“Yine biz o kâfir insana ne zaman mal-mülk verirsek, o şımarır..” [Şûrâ, 42/48] Ayet Hz. Peygamberi teselli mevkiindedir. Ey Peygamber! Sen o nankörlerin yaptıklarına bakıp da kendini üzme! Senin vazifen sadece tebliğdir. Ayetteki “el-insanı/Peygamber zamanında bilinen o insanı” Zemahşerî, Kurtûbî, Tîbî gibi bazı müfessirler kâfir olarak ele alırken, Taberî, Begavî, Nesefî ve İbn Kesîr gibi müfessirler insanı umumî manada ele almışlardır.[64]
“Andolsun, biz bu Kur'an'da insanlar için her türlü misali değişik şekillerde açıkladık. Gel gör ki, (kâfir) insan (hakkı kabul etme yerine) tartışmaya çok düşkündür.” [Kehf, 18/54] Nadr b. Haris hakkında nazil olmuştur. Zira Kur’an’la en çok mücadele eden, eskilerin masalları diyen, Hîre’deki Zerdüştlerden edebî metinler getirip, bende daha iyisi var diyen bu cedelci kâfirdir. Übeyye b. Halef hakkında nazil olmuştur da denilir.[65]. Bu cedelci kâfirin İbnü’z-Zib‘arâ olduğu da rivayet edilmiştir.[66]
Ama gel gör ki o kâfir insan alabildiğine zalim ve nankördür.” [İbrahim, 14/34] İbn Abbas bu kâfirin Ebû Cehil olduğunu söylemiştir. Bununla tüm kâfirler kastedilmiştir diyenler de vardır.[67]
“O Allah insanı nutfeden (bir damla sudan/meniden) yarattı. Ne var ki bu kâfir/nankör insan (bu aciz halini düşünmüyor da, adeta rakipliğe soyunup) yaratıcısına apaçık bir hasım kesilmiştir.” [Nahl, 16/4] Bu kâfirin, eline çürümüş bir kemik alıp da, onu ufalayan, sonra da bunu kim tekrar diriltecek diyen Übeyy b. Halef olduğu söylenmiştir.[68] Yine İbn Abbas bu kâfirin Übeyy b. Halef olduğunu söylemiştir.[69]
“(Kâfir) insan (azap ve helak konusunda) pek aceleci bir tabiata sahiptir. Yakında onlara ayetlerimi (azabım nasıl olurmuş) göstereceğim. Hiç acele etmeyin!” [Enbiya, 21/37] Ayet yine çok açık bir şekilde kâfirlerden bahsetmektedir. Bir önceki ayette “Onlar kâfirlerin ta kendileridir.” Denilmektedir. [21/36]
Andolsun, biz insanı, (el-insan) süzme bir çamurdan yarattık.” [Müminûn, 23/12] İnkarcı kâfire haddi bildirilmekte, onun burnu sürtülmektedir. Ayetin amacı biyolojik bilgi vermek, yaratılışın geçirdiği safhaları haber vermek değildir. Müşriklerin algısı üzerinden onları kendi yaratılışlarını, eserden müessire giden bir akıl yürütmeye sevk etmektir. Devamında da onlara çöl şartlarında yetişen hurma, üzüm ve davarlar hatırlatılmaktadır.
“O Allah ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı. İnsanı yaratmaya da çamurdan başladı. “Sonra onun neslini önemsiz bir suyun özünden (meniden) üretti.” [Secde, 32/7] ayetin bağlamı kısaca, ikinci yaratılışın imkanı konusunda müşrikleri tefekkür etmeye sevk etmektir. Sizi çamurdan, sonra değersiz bir sudan (meniden) yaratan Allah sizi ikinci kez yaratamaz mı? [32/9-12]
“Doğrusu kâfir insan son derece sabırsız, doyumsuz, açgözlü bir mizaca sahiptir. Başı dara düştü mü de, basar feryadı! Allah ona mal verdi mi de, Allah’ın hakkını (zekat) vermez, cimri mi cimri kesilir, “mennâ‘un li’l-hayr” her türlü hayrı engeller.” [Mearic, 70/19-21] Dahhâk bu insanın kâfir olduğunu belirtir.[70] Mukatil de bu kâfirin Ümeyye b. Halef olduğunu söyler.[71] İbnü’l-Cevzî ise Ahnes b. Şerîk’tir der.[72]
[Nâziat, 79/34-6] “ Büyük felaket geldiğinde (kıyamet koptuğunda) işte o gün kâfir insan neyin peşinde ömür tükettiğini anlayacak. (Ama iş işten geçmiş olacak) Cehennem ortaya konacak! Kâfir cehennemi ve içindeki binbir azap çeşidini görecek!”
“(Ey kâfir/nankör insan!) Seni son derece cömert olan rabbine karşı aldatan şey neydi? O değil mi seni yaratan?!..” [İnfitar, 82/6-7] Üseyd b. Kelde hakkında nazil oldu.[73] Atâ; Velid b. Mugîre hakkında, Kelbî ve Mukatil ise; Esved b. Şerîk (Şurayk) hakkında nazil olduğunu söyler.[74]
“Ey insan! Sen Rabbine kavuşuncaya değin, didinip duracaksın ve sonunda O’na kavuşacaksın!” [İnşikak, 84/6] Akabindeki ayet şöyledir; “Amma kimin amel defteri sağdan verilirse hesabı kolay olacak” [84/7] şeklinde olup, anlam olarak ilk ayetteki insan ile, devamındaki ayetteki ahirette hesabı kolay olacak insanı ayırmaktadır. İbnü’l-Cevzî bu kâfirin Esved b. Abdilesed olduğunu söyler. [75]
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Onlar bu emaneti yüklenmekten kaçındılar. Onu insan yüklendi. Şüphesiz (o küfrü, şirki, nifakı tercih eden insan) çok zalim ve cahildir.” [Ahzab, 33/72] Bu ayetteki “el-İnsan” devamındaki ayette bu insan; bir tarafta münafık ve müşrikler, diğer tarafta mümin erkek ve kadınlar olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Bu ayeti “وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنٖى اٰدَمَ/ Şüphesiz biz Ademoğlunu mükerrem/saygın/çok değerli kıldık” [İsra; 17/70] ve yine “Adem’in şahsında Âdemoğullarına meleklerin secde ettirilmesi/ üstünlüğünün kabul ettirilmesi” gibi ayetlerle değerlendirilmelidir. Zalimlik ve cahillik insan olmanın ağır mesuliyetini unutmuş, Rabbini nisyan ile malul olan insanın isyan etmiş hali olan müşrik ve münafıkların vasfı olsa gerektir. Zira kendilerine yüklenen emanetin/sorumluluğun farkında olan insanlar mevcuttur.
“İnsan zayıf olarak yaratılmıştır.” [Nisa, 4/28] Bu ayet mümkün mertebe mümin cariyelerle evlenmeyin! Sabretmeleri daha hayırlıdır. Eğer sabredemezler de, zinaya düşmeleri söz konusu ise o takdirde cariyelerinizle evlenin. Allah cariyelerinizle evlenmenize izin vererek size kolaylık sağlıyor. Çünkü O, insanın cinsel zaafları olduğunu bilir. Ayetin bağlamı mü’min erkelerdir. Yani burada insan kâfir anlamında kullanılmadı. İnsanın zayıf yanına işaret edilmiştir.
“ (Kıyamet zelzelesi olmaya başladığında) İnsan ne oluyor buna diyecek?” [Zilzal, 99/3] İbn Abbas bu insanın kâfir olduğunu söyler.[76] Ferra’da bu insanın kâfir olduğunu söyler.[77] Kurtubî ise bu kâfirin Esved b. Abdülesed olduğunu nakleder.
“Allah insanı yarattı.” [Rahman, 55/3]
Mekkelilerin, “Muhammed’e Kur’an’ı Yemame’nin Rahman’ı Müseylimetü’l-Kezzâb öğretiyor” iddialarına cevaben “Muhammed’e Kur’an’ı Rahmân olan Allah öğretti.[78] Devamında da “Allah insanı yarattı” ayeti gelmekte. Bunun bir benzeri de “عَلَّمَ الْإِنْسانَ مَا لَمْ يَعْلَمْ” /Allah o kâfir insana bilmediğini öğretti.” [Alak; 96/5] Alak Suresinin baştan sona Ebû Cehil hakkında nazil olduğu görüşü kabul edilirse, Mekkî olan Rahman suresindeki insanın da aynı insan veya kâfirlerden biri olması muhtemeldir. Nitekim surenin ilerleyen ayetlerinde “ins-ü cin” tabiri devamlı pejoratif anlamda kullanılmıştır. “Biz Cânn’ı/şeytanı ateşten yarattık.” [55/15]; “Ey cin ve insan toplulukları! Hesaptan kaçamazsınız!” Cezanızı çekeceksiniz! [55/33]; “O gün (o mücrim kâfir) insanlara ve cinlere (şeytanlara) günahlarıyla ilgili soru bile sorulmaz!” [55/39]; Cennet hanımlarına daha önceden ne bir insan, ne de bir cin dokunmuştur.” Tertemiz cennet kadınlarına o murdar insanlar ve şeytanlar dokunmamıştır. [55/70-74]
“Allah insanı kupkuru topraktan yarattı. [Rahman, 55/14] Salsal; tıngır tıngır ses veren kuru çamur demektir. Fehhâr da; iyi pişmiş saksı, çın çın ses veren porselen demektir. Yani; Allah insanı hayattan, canlılık emarelerinden bu kadar uzak bir toprak parçasından yarattı! Buradaki ayet insanın anatomik yapısı hakkında ilahi enformasyon vermemekte, sadece o nankör kâfire haddi bildirilmekte, burnu/kibri sürtülmektedir. Hal böyleyken nasıl olur da Ey Kâfir/nankör İnsan! Rabbine nankörlük edersin? O’nun nimetlerini görmezden gelirsin!
“Anılmaya değmez bir varlık iken (doğumundan yetişkinliğe varıncaya kadar) insanın üzerinden uzun bir zaman geçmiştir. Biz insanı, karışım hâlindeki az bir sudan (meniden) yarattık ve onu imtihan edeceğiz. Bu sebeple ona işitme ve görme kabiliyeti verdik. Biz ona doğru yolu gösterdik. Artık bu kadar nimete karşılık ya şükreden bir kul olur, ya da nankörün biri! Biz nankörler/kâfirler için cehennemde zincirler, bukağılar ve demir halkalar hazırladık.” [İnsan, 76/1-4] her ne kadar müfessirler bu insanın Âdem olduğunu, çamurdan çömlekçinin şekil vermesi gibi yaratılmasını, ruhunun verilmesini, erkek ve kadın sularının renkleri ve karışımları hakkında uzun embriyoloji bilgileri vermişlerse bu de, bu “el-insan” Peygamber zamanında bilinen (marife) bir kâfir şahıstır. Tıpkı Allah şeytanla ilgili ayetlerde Mekke’nin şeytanlarının ismini vermeden, “şeytan” diye sıfatını zikrettiği gibi!
“Münafıkların Yahudileri savaşa teşvik etmeleri şeytanın insanı kandırmasına benzer. Zira şeytan kâfir/müşrik insana “Allah’a nankörlük et, kâfir ol” der. İnsan ona aldanıp kâfir olunca da, Ben senden uzağım; Çünkü ben âlemlerin rabbinden korkarım der.” [Haşr, 59/16] Ayetteki şeytan da insandır. “Süraka denen Şeytan Kureyş ordusuna amellerini (Bedir’e gelmekle iyi yaptınız diyerek) süslü gösterdi.” ‘Bugün sizi hiçbir güç mağlup edemez, üstelik ben de kabilemle sizin yanınızdayım dedi. Ne var ki iki ordu Bedir’de karşı karşıya gelince, ‘Sizden berîyim, sizin yanınızda değilim. Çünkü ben sizin görmediğiniz şeyi (yenileceğiniz gerçeğini) görüyorum. Ben Allah’tan korkarım. Zira Allah’ın cezalandırması çok şiddetlidir’, deyip sıvıştı.” [Enfal, 8/48] Bu ayetteki şeytanın Sürâka b. Mâlik olduğuna, daha doğrusu şeytanın Sürâka şeklinde göründüğüne dair onlarca rivayet vardır.[79] Kureyş’e kervanın kurtulduğu haberi ulaşınca Mekke’ye geri dönmek istediler. Bunun üzerine İblis onlara Sürâka b. Mâlik suretinde geldi. Onların kökünü kazıyıncaya kadar dönmeyin! Çünkü siz kalabalıksınız, onlar az. Ben size Benî Kinâne’den at, silah ve adam yardımı yapacağım, dedi. [80]
“O, size hayat veren, sonra sizi öldürecek, daha sonra da diriltecek olandır. Şüphesiz, (müşrik) insan çok nankördür.” [Hac, 22/66] Ayetin siyak ve sibakından bu kimsenin kâfir olduğu zaten bellidir. İbn Abbas, bu ayetin Esved b. Abdülesed, Ebu Cehil, Âs İbn Hişam ve müşriklerden bir cemaat hakkında nazil olduğunu söyler.[81] İbnü’l-Cevzî ise bu kâfirin Büdeyl b. Verkâ olduğunu söyler. [82]
“Biz insana ana-babasını vasiyet ettik.” [Lokman, 31/14; Ahkaf, 46/15| Ankebut, 29/8] Bu son üç ayette söz konusu kural işlememektedir. İbnü’l-Cevzî [29/8] ayetindeki insanın Ayyaş b. Ebî Rabîa olduğunu bilahere Müslüman olduğunu söyler. [83]
Büyük çoğunluğu Mekkî olan altmış küsur yerde gelen “el-insan” kelimesi hemen her defasında “kâfirlik, nankörlük, zalimlik, cahillik, azgınlık, kibirlilik” gibi sıfatlarla zikredilmiştir. [84]
[1] İlhan Kutluer, İnsan md. DİA, cilt: 22; sayfa: 320-2
[2] Cevherî, Lisânü’l-Arab, “ins” md. c.6.s.10-3.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/28. (Bak)
[4] Maturîdî, Te’vilatü Ehli’s-Sünne, VI, 16; İbn Âdil, el-Lübâb, X, 278. Nak; Mustafa Öztürk, Meal, s.283.
[5] Muhammed Âbid el-Câbirî, Fehmu’l-Kur’ân, Çev; Muhammed Coşkun, C.I, s.65, 129, 139. I.Bas, Mana Yay. İst/2014.
[6] Hadiye Ünsal, Erken Dönem Mekkî Surelerin Tahlili, s.339-40
[7] Ünsal, Hadiye, Erken Dönem Mekkî Surelerin Tahlîli, Ankara Okulu Yay. Ankara/2015. S.64.
[8] Muhammed b.Habîb (H.245), El-Muhabber, Dâru’l-âfâki’l-cedîde, Beyrut. s.161.
[9] İbn Habîb (H.245), el-Münemmak fî Ahbâri Kureyş, I.Bas. Âlemü’l-kütüb, Beyrut/1985. S.389.
[10] Mekke’deki Zındıkların isimleriyle ilgili olarak İbn Habîb, el-Muhabber, s. 160; a. mlf., el-Münemmak, s.388; Âlûsî, Bulûğu’l-Ereb, II, 228, 229; Cevad Ali, el-Mufassal, VI, 145-147. İbn Kuteybe de Kureyş’te zındıkların olduğunu nakletmektedir. Bkz. İbn Kuteybe, el-Meârif, Kahire, trs., s. 621. Bunların “dehr” inancına sahip olduklarıyla ilgili olarak bkz. Cevad Ali, el-Mufassal, VI, 145-149. Çelikkol, İslam Öncesi Mekke, s. 191.
[11] Kur’an’daki “ellezine keferû” (o inkâr edenler) tabirinin liderleri kast ettiği açıktır. Çünkü onlar propaganda, yaygara ve engelleme çabası içinde bu ifadeden sonra gelen sözü söylüyorlardı. (Bkz. Derveze, Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, II, 175.)
[12] İbnu’l-Cevzî (H.597), Nüzhetu’l-E‘yuni’n-Nevâzir fî İlmi’l-Vucûh ve’n-Nezâir, I. Baskı, Beyrut, Müessetu’r-Risale, 1984, s.374-6.
[13] Mâverdî (H.450), Tefsîr-i Mâverdî, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, c.6.s.205.
[14] Mâverdî (H.450), Tefsîr-i Mâverdî, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut, c.6.s.221.
[15] Ebû Mansur el-Mâturîdî (H.333), Te’vilâtü Ehli’s-Sünneti, I.Bas., Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut/2005. C.3., s.138.
[16] Ebû Mansur el-Mâturîdî (H.333), Te’vilâtü Ehli’s-Sünneti, I.Bas., Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut/2005. C.6., s.84.
[17] Ebû Mansur el-Mâturîdî (H.333), Te’vilâtü Ehli’s-Sünneti, I.Bas., Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut/2005. C.7., s.119.
[18] Ebû Mansur el-Mâturîdî (H.333), Te’vilâtü Ehli’s-Sünneti, I.Bas., Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut/2005. C.9., s.358.
[19] Kurtûbî (H.671), el-Câmiu li-Ahkami’l-Kur’an, Dâru’l-kütübi’l-Mısriyye, II.Bas. 1964. C.20. s.122-3.
[20] Mukatil(H.150), Dâru İhyâi’t-türas, I.Bas., Beyrut/H.1423. c.4., s. 613.
[21] Begavî (H.510), Meâlimü’t-tenzîl.., 4. Bas. Dâr Tayyibe., /1997. C.8., s.352-6.
[22] Taberî (H.310), Câmiu’l-Beyân.., Müessesetü’r-risale, I.Bas. 2000. c.22.s.48.

[23] Ebû Hafs Siracüddin Ömer b. Ali bin Âdil (H.775), el-Lübâb fî ulumü’l-kitab, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, I.Bas., Beyrut/1998., C.17.s. 333.
مَا بَيْنَ جبليْها أَعَزُّ ولا أكرمُ مِنِّي، فَوَالله لا تَسْتَطيعُ أَنْتَ وَلاَ رَبُّكَ أَنْ تَفْعَلاَ بِي شَيْئاً.

[24] Ünsal, Hadiye, Erken Dönem Mekkî Surelerin Tahlîli, Ankara Okulu Yay. Ankara/2015. S.123-164

[25] İbnu’l-Cevzî (H.597), Nüzhetu’l-E‘yuni’n-Nevâzir fî İlmi’l-Vucûh ve’n-Nezâir, I. Baskı, Beyrut, Müessetu’r-Risale, 1984, s. 176-183
[26] Peygamberliğin ilk yıllarında nâzil olan Fecr suresinin girişinde Âd, Semûd, Mısır, İrem gibi kadîm medeniyetlerin nasıl yok olup gittiğinden bahsedildikten sonra, söz asıl muhataplara, Araplara, getirilir ve akıllarını başlarına devşirmedikleri takdirde, bu toplumlar gibi kaçınılmaz bir son ile karşılaşacakları ihtâr edilir. Allah tarafından kâh nimete gark edilen kâh sıkıntıya sokulan Arapların, Rableri karşısındaki tutum ve davranışları eleştirilip mala karşı ne kadar tamahkâr oldukları üzerinde durulur. Ama bunun böyle gitmeyeceği, bunların hesabının bir gün mutlaka sorulacağı belirtilir. Ahiretteki yargılanmanın akabinde bu nankörce ve kâfirane amellere Allah’ın vereceği sert cezaya dikkat çekilir ve ayaklarını denk almaları, tapındıkları diğer varlıkları bir tarafa bırakarak gerçek Rablerine/Efendilerine dönmeleri; sadece O’na kulluk etmeleri emredilir. Bak. Murat Sülün, Nefs-i Mutma’inne Ayetine Yeni Bir Yaklaşım, AÜİF Der.50:1
[27] İbnu’l-Cevzî (H.597), Nüzhetu’l-E‘yuni’n-Nevâzir fî İlmi’l-Vucûh ve’n-Nezâir, I. Baskı, Beyrut, Müessetu’r-Risale, 1984, s. 176-183
[28] Taberî (H.310), Câmiu’l-Beyân.., Müessesetü’r-risale, I.Bas. 2000., C.32.s.262

[29] Fahreddin er-Râzî, Mefatihu’l-gayb, II. Bas. Daru İhyai’t-türâsi’l-Arabî, Beyrut. c.28. s.252.

[30] Kurtûbî (H.671), el-Câmiu li-Ahkami’l-Kur’an, Dâru’l-kütübi’l-Mısriyye, II.Bas. 1964. c.17. s.104.
[31] Mustafa Öztürk, Meal, s.730. Taberî, Câmiu’l-Beyan, XXVII, 42
[32] El-Vâhıdî, (H.468) El-Vasît, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, I.Bas., Beyrut/1994.c.3.s.414.
[33] El-Vâhıdî, (H.468) El-Vasît, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, I.Bas., Beyrut/1994. c.4.,s.203.
[34] Taberî (H.310), Câmiu’l-Beyân.., Müessesetü’r-risale, I.Bas. 2000., c.24.s.223.
[35] Kurtûbî (H.671), el-Câmiu li-Ahkami’l-Kur’an, Dâru’l-kütübi’l-Mısriyye, II.Bas. 1964. C.19. s.217.
[36] Taberî (H.310), Câmiu’l-Beyân.., Müessesetü’r-risale, I.Bas. 2000., c.24.s.226.
[37] İbnu’l-Cevzî (H.597), Nüzhetu’l-E‘yuni’n-Nevâzir fî İlmi’l-Vucûh ve’n-Nezâir, I. Baskı, Beyrut, Müessetu’r-Risale, 1984, s. 176-183
[38] El-Begavî (H.510), Meâlimu’t-Tenzîl fî tefsîri’l-Kur’ân, Dâru İhyâi’t-türasi’l-Arabî, I.Bas., 1420/ Beyrut, c.5.s.182.; Kurtûbî (H.671), el-Câmiu li-Ahkami’l-Kur’an, Dâru’l-kütübi’l-Mısriyye, II.Bas. 1964. C.19. s.93
[39] Kurtûbî (H.671), el-Câmiu li-Ahkami’l-Kur’an, Dâru’l-kütübi’l-Mısriyye, II.Bas. 1964. C.19., s.113.
[40] Abdurrahman b. Ali b. Muhammed el-Cevzî (H.597) Zâdu’l-mesîr fî ilmi’t-tefsîr. Dâru’l-kütübi’l-Arabî, I.Bas. H.1422., c.4.,s.464.
[41] Abdurrahman b. Ali b. Muhammed el-Cevzî (H.597) Zâdu’l-mesîr fî ilmi’t-tefsîr. Dâru’l-kütübi’l-Arabî, I.Bas. H.1422., c.4.,s.369.
[42] Kurtûbî (H.671), el-Câmiu li-Ahkami’l-Kur’an, c.24., s.63. Taberî (H.310), Câmiu’l-Beyân. I.Bas. 2000., c.24.s.435.
[43] İbnu’l-Cevzî (H.597), Nüzhetu’l-E‘yuni’n-Nevâzir fî İlmi’l-Vucûh ve’n-Nezâir, I. Baskı, Beyrut, Müessetu’r-Risale, 1984, s. 176-183
[44] Taberî (H.310), Câmiu’l-Beyân.., Müessesetü’r-risale, I.Bas. 2000., c.24.s.353.
[45] İbnu’l-Cevzî (H.597), Nüzhetu’l-E‘yuni’n-Nevâzir fî İlmi’l-Vucûh ve’n-Nezâir, I. Baskı, Beyrut, Müessetu’r-Risale, 1984, s. 176-183
[46] Taberî (H.310), Câmiu’l-Beyân.., Müessesetü’r-risale, I.Bas. 2000., c.20., s.553-4.
[47] İbn Hişam (H.213) es-Sîretü’n-Nebeviyye, Tahkîk; Tahâ Abdurraîf S‘ad, Şirketü’t-tıbaati’l-fenniyetü’l-müttehide, c.2., s.10
[48] İbn Hişam (H.213) es-Sîretü’n-Nebeviyye, Tahkîk; Tahâ Abdurraîf S‘ad, Şirketü’t-tıbaati’l-fenniyetü’l-müttehide, c.2., s.9-10.
[49] Âlûsî (H.1270), Rûhu’l-Meânî, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, I.Bas., Beyrut/H.1415. c.8., s.433.
[50] “Cehennemin etrafında değil, içinde” Mukatil’in verdiği anlamı tercih ettik. Mukatil b. Süleyman(H.150),Tefsir, Dâru İhyâi’t-türas, I.Bas., Beyrut/H.1423.c.2. s.634.
[51] Abdurrahman b. Ali b. Muhammed el-Cevzî (H.597) Zâdu’l-mesîr fî ilmi’t-tefsîr. Dâru’l-kütübi’l-Arabî, I.Bas. H.1422., c.2., s.319.

[52] Kurtûbî (H.671), el-Câmiu li-Ahkami’l-Kur’an, Dâru’l-kütübi’l-Mısriyye, II.Bas. 1964., C.8., s.317.; İbnu’l-Cevzî (H.597), Nüzhetu’l-E‘yuni’n-Nevâzir fî İlmi’l-Vucûh ve’n-Nezâir, I. Baskı, Beyrut, Müessetu’r-Risale, 1984, s. 176-183.
[53] Kurtûbî (H.671), el-Câmiu li-Ahkami’l-Kur’an, Dâru’l-kütübi’l-Mısriyye, II.Bas. 1964. c.10., s.225. ; Mukatil b. Süleyman(H.150),Tefsir, Dâru İhyâi’t-türas, I.Bas., Beyrut/H.1423., c.2. s.524.
[54] Kurtûbî (H.671), el-Câmiu li-Ahkami’l-Kur’an, Dâru’l-kütübi’l-Mısriyye, II.Bas. 1964. c.10., s.277.
[55] El-Begavî (H.510), Meâlimu’t-Tenzîl fî tefsîri’l-Kur’ân, Dâru İhyâi’t-türasi’l-Arabî, I.Bas., 1420/ Beyrut, c.5., s.99.
[56] Kurtûbî (H.671), el-Câmiu li-Ahkami’l-Kur’an, Dâru’l-kütübi’l-Mısriyye, II.Bas. 1964. c.10., C.10., s.291.
[57] Abdurrahman b. Ali b. Muhammed el-Cevzî (H.597) Zâdu’l-mesîr fî ilmi’t-tefsîr. Dâru’l-kütübi’l-Arabî, I.Bas. H.1422., c.3., s.49.
[58] İbnu’l-Cevzî (H.597), Nüzhetu’l-E‘yuni’n-Nevâzir fî İlmi’l-Vucûh ve’n-Nezâir, I. Baskı, Beyrut, Müessetu’r-Risale, 1984, s. 176-183

[59] Kurtûbî (H.671), el-Câmiu li-Ahkami’l-Kur’an, Dâru’l-kütübi’l-Mısriyye, II.Bas. 1964. c.9., s.10-1.
الْإِنْسَانُ اسْمٌ شَائِعٌ « جامع» لِلْجِنْسِ فِي جَمِيعِ الْكُفَّارِ.

[60] Mukatil b. Süleyman(H.150), Tefsir, Dâru İhyâi’t-türas, I.Bas., Beyrut/H.1423. C.3., s.671.

[61] Mukatil b. Süleyman(H.150), Tefsir, Dâru İhyâi’t-türas, I.Bas., Beyrut/H.1423. C.3., s.682.; Kurtûbî (H.671), el-Câmiu li-Ahkami’l-Kur’an, Dâru’l-kütübi’l-Mısriyye, II.Bas. 1964. C.15., s.266.

[62] Kurtûbî (H.671), el-Câmiu li-Ahkami’l-Kur’an, Dâru’l-kütübi’l-Mısriyye, II.Bas. 1964. C.15., s.372.
[63] İbnu’l-Cevzî (H.597), Nüzhetu’l-E‘yuni’n-Nevâzir fî İlmi’l-Vucûh ve’n-Nezâir, I. Baskı, Beyrut, Müessetu’r-Risale, 1984, s. 176-183
[64] İbn Âşûr (H.1393),Tahrîr ve Tenvîr, Dâru’t-Tunusiyye li’n-neşr, Tunus/1984. c.25., s.134.
[65] Kurtûbî (H.671), el-Câmiu li-Ahkami’l-Kur’an, Dâru’l-kütübi’l-Mısriyye, II.Bas. 1964. C.11.,s.5.
[66] Âlûsî (H.1270), Rûhu’l-Meânî, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, I.Bas., Beyrut/H.1415. c.8., s.383.
[67] Kurtûbî (H.671), el-Câmiu li-Ahkami’l-Kur’an, Dâru’l-kütübi’l-Mısriyye, II.Bas. 1964. c.9., s.367.
[68] Abdurrahman b. Ali b. Muhammed el-Cevzî (H.597) Zâdu’l-mesîr fî ilmi’t-tefsîr. Dâru’l-kütübi’l-Arabî, I.Bas. H.1422., C.2., s.550.
[69] el-Fîruzâbâdî (H.817), Tenvîru’l-mikbâs min Tefsîri İbn Abbas,Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Lübnan s.221.; Kurtûbî (H.671), el-Câmiu li-Ahkami’l-Kur’an, Dâru’l-kütübi’l-Mısriyye, II.Bas. 1964. C.10., s.68.
[70] Taberî (H.310), Câmiu’l-Beyân.., Müessesetü’r-risale, I.Bas. 2000., c.23., s.611.
[71] Mukatil b. Süleyman(H.150), Tefsir, Dâru İhyâi’t-türas, I.Bas., Beyrut/H.1423. C.4., s.437.; Kurtubî, age. c.19, s.245.
[72] İbnu’l-Cevzî (H.597), Nüzhetu’l-E‘yuni’n-Nevâzir fî İlmi’l-Vucûh ve’n-Nezâir, I. Baskı, Beyrut, Müessetu’r-Risale, 1984, s. 176-183
[73] Mukatil(H.150), Dâru İhyâi’t-türas, I.Bas., Beyrut/H.1423. c.4., s. 613.
[74] Begavî (H.510), Meâlimü’t-tenzîl.., 4. Bas. Dâr Tayyibe., /1997. C.8., s.352-6.
[75] İbnu’l-Cevzî (H.597), Nüzhetu’l-E‘yuni’n-Nevâzir fî İlmi’l-Vucûh ve’n-Nezâir, I. Baskı, Beyrut, Müessetu’r-Risale, 1984, s. 176-183
[76] Taberî (H.310), Câmiu’l-Beyân.., Müessesetü’r-risale, I.Bas. 2000., c.24., s.548.
[77] El-Ferrâ (H.207), Meâni’l-Kur’ân, Dâru’l-Mısriyye li’t-te’lîf ve’t-terceme, Mısır. C.3., s.283.
[78] Kurtûbî (H.671), el-Câmiu li-Ahkami’l-Kur’an, Dâru’l-kütübi’l-Mısriyye, II.Bas. 1964. c.17., s.152.
[79] Taberî, Câmiu’l-Beyan., c.13. s.7-9.
[80] Mukatil b. Süleyman, Tefsir-i Kebir, Dâr’u İhyâi’t-Türâs, I.Bas., Beyrut/H.1423. C.2. 117-8
[81] Kurtûbî (H.671), el-Câmiu li-Ahkami’l-Kur’an, Dâru’l-kütübi’l-Mısriyye, II.Bas. 1964. c.12., s.93.
[82] Ebu’l-Ferec Cemaluddin Abdurrahman Ali, İbnu’l-Cevzî (H.597), Nüzhetu’l-E‘yuni’n-Nevâzir fî İlmi’l-Vucûh ve’n-Nezâir, thk. Muhammed Abdulkerim Kâzım er-Râdî, I. Baskı, Beyrut, Müessetu’r-Risale, 1984, s. 176-183
[83] Ebu’l-Ferec Cemaluddin Abdurrahman Ali, İbnu’l-Cevzî (H.597), Nüzhetu’l-E‘yuni’n-Nevâzir fî İlmi’l-Vucûh ve’n-Nezâir, thk. Muhammed Abdulkerim Kâzım er-Râdî, I. Baskı, Beyrut, Müessetu’r-Risale, 1984, s. 176-18
[84] Hadiye Ünsal, age. s.149.